Şehitler ve Bitmeyen Şafakları
Şimdiye kadar birçok arkadaşım askere gitti. Bedelli, bedelsiz, er, uzun dönem kısa dönem… Hepsi de birçok hikaye ile döndü.
Kolay yapanı da var, zor yapanı da var, torpilli yapanı da.
Ne olursa olsun çoğunun ortak noktalarından bir tanesi ‘devreleri kapamak’ üzerine. Yani ‘inanmadığınız ama yaptığınız, tüm verilen emirlere karşı olumlu/olumsuz fark etmez uymak zorunda olduğunuz, herşeye karşı duygularınızı arka plana itip bir daha düşünmemek’ diye açıklanan durum.
Dü-şün-me-me-ye zorlanmak. Ne zor değil mi? Hele bir de düşünmeyi seviyorsanız.
Dün halen asker olan bir arkadaşım aradı. Tam olarak bu biçimde ifade etmedi ama kendisi de böyle yapmış anlaşılan. Her ne kadar benim ne yaptığımı ve keyfimi sormak istese de her iki cümle sonrası söz kendi yaptığı mantıksız şeylerin, gerçektende ne kadar mantıksız olduğunu benle paylaşmaya çalıştı. Çünkü ben onu anlıyordum. Kendisine saçma gelen şeyler bana da saçma geliyordu ama bu durumu paylaşacağı bir kişi yoktu etrafında.
Dün askerlik görevini yaparken beni arayan arkadaşım için endişelenmediğimi fark ettim. Ama onun sivil yaşama döndükten sonraki halini düşündüğümde endişelendim. Tam da kanın gene oluk gibi akmaya başladığı bu şiddet günlerinde.
Askerlik yapan ama bunun gerekliliğine inanmayan, ruhunda hissetmeyen, esasında sadece şafak sayarak bitmesini bekleyen binlerce genç var. Belki de yüzbinlerce. Buna itirazı olan var mı? Peki onbinlerce o zaman. Ama varlar. Ölüm haberleri geldiğinde ‘kahraman’ ilan edilen ama ölmeden konuştuklarında belki mahkemelerde sürünecek, askerliği uzayacak insanlardan bahsediyoruz.
Siz hiç bir askerin askerlik kurumu aleyine konuştuğunu duydunuz mu? Böyle bir şey mümkün olabilir mi?
Güneydoğu’da komando olarak askerlik yapmış bir arkadaşım bana özel sohbetimizde askerlik sonrası nasıl karısının gırtlağına bıçak dayadığını anlatıyordu. Nasıl korkarak ve tepkilerle uyandığından söz ediyordu. Fiziksel olarak ona birşey olmamıştı. Tüm uzuvları yerindeydi, sağlıklıydı ama aklı ve onun getireceği sonuçları kimse hesaba katmıyordu. Ölseydi ‘şehit’ olacaktı ama sırf ‘hayır’ diyemediği için sadece sağlıklı bir bedenle geri döndü. Ama ya akıl? Kol koptuğunda eksikliği görülür ama ya akıl gittiğinde?
Aklımızı kaybettikten sonra yaşamımızın ne önemi kalıyor ki? Üstelik bir de çocuğu var bu arkadaşımın. Ölü çocukları gördükten sonra bir insan çocuğuna nasıl sarılabilir ki?
Dünden beri kafamdan bunlar geçerken bir yandan da hayatında çatapat patlamamış arkadaşımın elindeki silahla nöbet tuttuğunu hayal ediyorum. Bir yanda onun üniformasına ateş etmek isteyip içindekini öldürmek zorunda kalacak insanoğlunu, bir yandan da o üniformaya ait olmayan ve sırf zorunluluktan o üniformayı giyen savaşçı olmayan arkadaşımı. Konu onun ölmesi ya da yaşaması değil. Konu onun ve onun gibilerin bu durumu ne kadar hak ettiği ile alakalı. Hayatında kimse ile kavgası olmayan insanların birilerini öldürmeye zorlanması.
Bir keresinde bir Lübnanlı asker, İsrail’li asker ve Türk asker kaçağının beraber geçirdiği bir zamana şahit olmuştum. Sohbet ettiler, içki içtiler ve ülkelerine geri döndüler. Bu konu ile dalga geçilmiş ama detaylara girilmemişti. Biri hariç ikisi de bu işi zorunlu olarak yapıyordu. Seçim şansları yoktu. Sonra herkes kendi yoluna gitti. Onlara bildiğim kadarıyla birşey olmadı ama anlatılanların aksine kimse bundan zarar görmedi. Düşman ülke askeriyle bir gece sohbet ettikleri için ülkelerinde ‘vatan hain’i olup hapse girme tehditine karşın bu insanlar sadece ilgilendikleri konulardan söz ettiler ve yöneticilerinin kabullenemeyeceği bir şey yaptılar. Güldüler. Birbirilerinin anlattıkları hikayelere güldüler. Ne kadar trajik değil mi?
Esasında üniforma temsiliyetini öldürmek isteyen kişi ile asker olmak zorunda kalan arkadaşım da bir araya gelseler eminim çok eğlenirler. Kimse eğlenmek varken savaşmayı seçmez. Kimse sohbet etmek varken ateş etmeyi düşünmez. Bunu düşünenler ancak başkasına yaptırır. Ve işte esas düşman orada. Birbirine ateş ettirende. Sınır denen yerde nöbet tutmak zorunda kalan arkadaşımda ya da ona ateş etmeye çalışanda değil.
yine cok begendigim bir yazı! Herseyi basite indirgeyip ne kadar sacma oldugunu ne kadar akıllıca ve icten bir sekilde gosteriyor bu yazı!
Tabip er olarak 28 gün bedelli askerlik yaptım. istanbul’da yaptım askerliğimi. birgün suratımı asık gören genç bir muvazzaf subay “uyum sorunu mu yaşıyorsun? alışırsın” dedi bana. “alışacak kadar uzun kalmayacağım” dedim. sanırım en ciddi travma alışmak. alışmamak için elimden çabayı sarfettim. 10. günde silaha el basarak yemin ettim (tek silah temasım oldu) ve akşamına firar ettim. sağolsun arkadaşlar idare etti. 1 günü de bir 550 günü de. eğer matah bişeyse (ki değil) aslanlar gibi yaptım askerliğimi, neyse ki alışmadan bitti.