Tarhana Çorbası

Prensesim Guzelim,

Ben sana diyim. Bu millet delirmiş haberi yok daha. Bilmiyor muyduk kaçıp giderken? Tabi ki biliyorduk ama bizim kürkçü dükkanı istanbulumuzda değişen pek birşey yok. Herkes deli gibi bir koşturmaca halinde, yoğun bir hayat yaşamakta. Gelgelelim bu koşu bandı üzerinde yaşanan hayatlarımızda arpa boyu yollarda ileri geri gidip gelmiş istanbul son bir yılda. Paraların üzerinden ilginç karakterler, yeni nesil rol modeller olarak bize bakıyor. Havaalanından dönerken yanımda oturan şahsiyet ile beşinci dakikada ortak tanıdıklarımı buluyorum. İstiklal caddesine adımımı attığım anda iki arkadaşım sekerek yanımda bitiyor. Beyoğlu köyünde ahali, milyonlarca insanla birlikte yaşadığını sanarken aynı beş on bin kişilik topluluk tanıdıklarını birbiriyle tanıştırıp daha bir kaynaşmış, iyice cemaat olmuşlar. Memlekete trici gelmiş, arpalar arası mesafeler daha da kısalmış. Benim cep telefonum kapanmış.Ve bu ülkede cep telefonu olmadan yaşamak imkansız hala gelmiş. 2 haftadır yeni bir hat almamak için ümitsiz bir direniş gerçekleştiriyorum. Telefon kullanmam için uygulanan mahalle baskısı bir yana cep telefonu olmadan banka ve kredi kartı işlemleri gerçekleştirmek, internetten bilet ıvır zıvır almak ve bilimum kağıt kürek işleri imkansız hale gelmiş. “Cep telefonum yok” cümlesi insanlarda küfür etkisi yaratıyor, deneyin görün derim.

Ben istanbula sakin ve yavaş bir giriş yapayım derken bu azgın derenin suyuna yine kapıldım. Gelir gelmez bizim Vertigo‘nun işlerine koşturmaya başladım yine. Bilmeyenler için Vertigo, uçma efektleri ve endüstriyel tırmanış alanında faaliyet gösteren, benim de güya parçası olduğum egzantrik bir oluşum. Filmlerde özel emniyet kemeri, tel ve makara sistemleriyle süpermen matrix gibi uçma sekilleri yaratıyor.Post prodüksiyoncular da sonradan bizim telleri, aparatları silip güzel şekiller yapıyorlar. Cemal insanı yeni bir tanıtım filmi yapmış, siteden bakın eğlenin bi ara. Neyse işte bi reklam için dilber isimli karaktere absürd bir ay yürüyüşü yaptırdıktan sonra soluğu Ezel Akay’ın çektiği “yedi kocalı hürmüz” filminin setinde aldık. Kocaları havada sektirdik. Teatral bir atmosfer ile Tim Burton tarzı manipule edilmiş dekorlar ve yepyeni müziklerle, açıkcası, bana oldukça güze bir iş çıkacakmış gibi geldi.

Filmde kullanılmamasına rağmen bir haftadır bu “bir de yetmez bes tane ver allahım ver” şarkısı ağzıma dolandı. Sözlerini bilmediğim şarkıyı dilime dolayarak etrafımda yarattığım terör de cabası. Ayten Gökçer aynı adlı ünlü müzikalde söylemiş, Sezen Aksu sonradan olaya el atıp yeni bir tad yakalamış. İstanbulumuzun çok kocalı post modern karılarına cep telefonu melodisi olarak önereceğimdir.

Ver allahım ver derken bu sefer de Rize’nin Çamlıhemşin kasabasındabir iş çıktı. Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf Üçlemesi”nin üçüncü filmi”Bal” için yola koyulduk. Karakovan balcısı bir baba ile oğlunun hayatını hikaye eden film Yusuf’un hayatının birinci safhasına yani çocukluğuna gidiyor. Bu vesileyle kara kovan balı konusunda baya birşey kaptım. Normal arı kovanlarına hiç benzemeyen bu kovanlar silindirik bir ağaç gövdesi kesitinin içi oyularak yapılıyor. Ağaçların yüksek noktalarına yerleştirilen kovanlar, aynı zamanda becerikli tırmanıcılar olan balcılar tarafından toplanıyor. Çamlıhemşin’e yolunuz düşerse Dağcı Sinan’ı bulun o size anlatır. Güzel ruhlu, hiperaktif bir abimiz kendisi. Üzerinde koskocaman dağcı yazan sarı otomobilini tanımakta hiç zorlanmayacaksınız. Biz oyuncuların güvenli şekilde ağaca tırmanması ve düşmesini sağlayan sistemleri kurduk. Seke seke dallarda dolaşan Dağcı Sinan, bu kadar teferruatlı tırmanış malzemeleri kullanmamızdan dolayı bizi azarlayıp gereksiz buldu haliyle. Çocukluğundan beri Kaçkar buzulları ve ağaçlarda dolaşan pratik bir karadeniz insanına sofistike tırmanış sistemlerinin gerekliliğini anlatmak nafile bir çaba; hiç denemedim tabii ki.

Karadeniz’e son kez gideli neredeyse altı yıl olmuştu. Ben her seferinde “eşeğim ben! niye her sene gelmiyorum” diye kendime kızıyorum. Fırtına deresinin buz gibi sularına eşlik eden sisli ormanlar ve dik yamaçlar başımı döndürdü yine. Karadenizli müteahhit kardeşlerimizin fırsatını bulduğu yerde diktiği apartmanlar dışında burada gündelik hayat ve tarım yapma tarzı yüzyıl öncesinden çok farklı değil. Orman içindeki boşluklarda ekilen çay ve mısır tarlalarını yabani karayemiş ağaçları(MANİ: Karamişin dibine Karayemiş fidani Benimi alacasun Yoksa eski sevdani) ve böğürtlen çalıları çevreliyor. Biz de şapırdatarak yedik ne bulduysak zaten. Yayla şenliklerinde üçbin kişilik horonların hikayesini ancak film ekibinden dinleyebildik. Bu mevsim oldukça yağmurlu ama yağmuru bile ayrı keyif. Camlıhemşinli kıraathaneciler bile bu sigara yasağını uygulamaya başlamışlar. Ama bizim kahveci abi zula bir köşede pencere açıp sigara içmemize izin verdi sağolsun. Muhabbet ederken karedenizli girişimci bir ruhun kahvenin dışına çıkan iki hortum ile bu meseleyi çözdüğünü de belirtti. Bir hortumun ucuna sigarayı takıp nefes çekiyorsun diğer hortumdan ise dumanı dışarı üflüyorsun. Süper sistem, bana kalırsa yaygınlaşmalı!

Fırtına vadisinde yapılması planlanan baraj projesi şimdilik askıya alınmış gibi gözüküyor. Ama sadece Artvin ili sınırları içinde 116 hidroelektrik santral başvurusu var. Macahel Vadisi ile ilgili
tartışmaları son dönemde takip etmişsinizdir. Bütün karadeniz sahili boyunca yüzlerce endemik dağ ekosistemi, yapan inşaat konsorsiyumundan başka kimseye yararı olmayan bu projelerin tehdidi altında. Bizim vur deyince öldüren ayarsız enerji bakanlığı, her dereye hidroelektrik
santrali yaptırarak Kyoto yükümlülüklerini yerine getirebileceğini sanıyor. Ama yöre insanı da boş durmuyor, sesini duyuruyor, dava açıyor ve bu girişimleri geri püskürtüyor. Bu arada fırtına vadisi ve devamında ayder yaylası ve kaçkar dağı etekleri, israilli turistlerin yoğun tercih ettiği bir yer haline gelmis. Sürdürülebilir Dağ Turizmi çalışmalarıyla karadeniz’deki birçok doğal güzellik doğayı tahrip etmeden korumaya yönelik katma değer sağlanarak yaşatılabilir. Siz hala gitmediyseniz ve bu yazıyı türkçe okuma kabiliyetine sahipseniz ayıplama melodisi olarak cık cık cık seslerini yazının fonuna ekleyiverin.

İşimizi bitirip trabzona uçağa yetişmeye çalışırken kafamda binbir türlü düşünce uçuşuyordu. Bir adada herhangi bir kara taşıtına binmeden aylar geçirdikten sonra çirkin karedeniz otoyolunda 140km hızla giden bir SUV jip ile seyreden bünye çelişkiler yumağı oldu haliyle. Karbon ayak izimin akibetinden otoyolun, sehirlerin denizle baglantısını kesen yapısına, giderek hızlanan medeniyetin anlamsızlığından memleket sevgisine kadar. Düşüncelerim arabanın yağmurda kayarak karşı şeride uçmasıyla kesildi. Ön lastikler ve jant haşat oldu ama kimse yaralanmadan kazayı sağsalim atlattık. Ben de bu durumu yanlış yolda aşırı hızla gittiğime dair ciddi bir uyarı olarak aldım kendi hayatım adına.

Bu tarhana çorbası tadındaki uzun yazıyı artık bitirmek istiyorum ama
bir kelamım daha var. Döndüğümden beri neredeyse konuştuğum her
insandan “niye döndün ki?” serzenişleri aldım. Aslında şaşırmamam
gerekiyor. Birkaç yıl önce okuduğum bir araştırma “ey türk gençliği”nin yüzde doksandan fazlasının imkan verilmesi halinde bir daha arkasına bakmadan yurtdışına gideceğini belirtiyordu. Neresi olduğu da farketmiyor. Yükselen toplumsal değerlerimiz arasında memleketten nefret etme ve terk-i diyar eyleme en üst sırada. Evet birçok sorun var ve bu ülkede yaşam bazen dayanılmaz hale gelebiliyor. Ama ben bu memleketin zenginliklerine, diline, kültürüne, doğasına, insanına ve herşeyine biraz daha hassas ve aşık bir gözle bakan gözlerin güzellikleri seçmekte hiç zorlanmayacağını düşünüyorum. Birazcık memleket dışında yaşayarak güçlendirdiğim memleket sevgisini, bu dışarıdan (içe) bakan turist gözlerini bundan sonra da korumaya çalışarak beslemeyi umuyorum. Ne dediğimi anlatamadığımı düşünerek bitirirken sözü Edip Cansever’e devrediyorum. O kesin anlatır.
tuna

MENDİLİMDE KAN SESLERİ

Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla

Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
— Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben —
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar…
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.

Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.

Yorumlar
2 Yorum to “Tarhana Çorbası”
  1. Ayşe Akdeniz says:

    Heyyy, kamusal alana yorum yazıyorum, naberrr 🙂

    Yazıyı okumaya başladığımda karar verdim buna ve her cümleyi geçerken şuna şunu, buna bunu yazayım falan diye tasarladım hatta… Ama nedendir bilinmez mendilim ellerim oldu yazı bittiğinde!
    Ve ihanet etmemek adına kendime yine de tasarladığım bir kaç şeyi yazayım bari; mesaj alındı melodimi değiştireceğim, diğer yandan da kendime kocaman bir "cık cık cık" verdim ceza niyetine. Tarhana çorbasını güzel yaparım ama her yörenin farklıdır tarhanası. Yaparım bir gün, içine köy ekmeği de kırıklarız belki 🙂

    Velhasıl hoşgeldin memlekte…

    Ayşe

  2. korhanaras says:

    “kendime kocaman bir “cık cık cık” verdim ceza niyetine.” Yeni nesil çekilmez üslup

Yorum Bırakın