Manzara-i Beşer

sevgili yazarımız tuna, yazının sonundan da anlayacağınız üzere şu anda buralara çok uzak bir yerlerde mecburi ve vatani görevini icra etmekte. daha önce askerliğe dair çok yazı yazdık fakat bu yazı tamamen ordaki insanlardan ve içlerinden geliyor. bir çok teknik aşırtmayla prensesimizin önce kulaklarına, şimdi de gözlerine ulaşan bu sosyal gözlem yazısını biraz içimiz burkularak, biraz da merakla sizlere sunarız efendim..



mehmet; mazot pompasının başında duruyor. sayaç attıkça okumasını istiyorum ama sayıları birbirine karıştırıyor. okuma yazma bilmemenin yanı sıra sayıları da bilmiyor. inanmaz gözlerle dalga geçmediğini anlayınca, oturup biraz öğretmeye çalışıyorum. ama onun artık pek hevesi kalmamış 20’sinden sonra okumayı öğrenmek için. paraları renklerinden ayırtedebildiğine göre pek bir sorun sayılmaz. çaycılık ve ırgatlık mesleği bu tür karmaşık teknik beceriler gerektirmiyor neyse ki.

mustafa; hazırcevap, gerektiğinde kavgacı bir arkadaşımız. açıkgözlülüğü ve fırsatçılığının ardında yumuşak bir kalp olduğunu bazen belli ediyor. benim gördüğüm zamanının çoğunluğunu o kırılgan ruhu saklama çabasında agresif nöbetlerle geçiriyor. üniversite mezunlarına çok kötü davranıyor, elinden gelse bir kaşık suda boğar hepsini. sonra laf dönüp dolaşıp ne iş yaptığına geliyor; pazarcıymış mustafa. evin ekmeğini çıkartmak için okurken bile 5 kuruş paraya herşeyi satmış semt pazarlarında. sonra üniversiteyi kazanmış, 1 ay 2 ay geçmiş, evden azimle, binbir zorlukla boğazlardan arttırılarak gönderilen para bile zor yetiyor. yurtta kalıyor, herkes ilk yılında sosyalleşip grup halinde oraya buraya takılıyor birlikte. insan canlısı mustafa da bu insanlara hemen karışıyor. ama kafeye gidilirken, evlerde içmek için toplanılırken mustafa’nın hep bir mazereti var. param yok demek ar geliyor adama. genç adamın içine taş gibi oturmaz parasızlık diyen varsa beri gelsin zaten.. evdekilerin durumu da iyice kötüye bağlayınca atlayıp dönüyor memlekete. elim ayağım tutuyor, alnımın teriyle kazanırım paramı, kimseye de ne yük olurum, ne minnet ederim diyor kendi kendine. abisiyle beraber işi büyütmeyi bile düşünüyormuş şimdilerde. zor günler geride kalsa da bizim antep’li mustafa’nın böğründe bir ömürlük taş olup kalmış üniversite sevdası. ha böyle desen mustafa’ya, hayatta da kabul etmez.

devlet, diyor ahmet, her türlü imkanı vermiş herkese; okumak isteyene burs vermiş, öncelik vermiş fakir ailelere.. sonra başlıyor sıralamaya tanıdığı fakir ama gururlu çocukların başarı hikayelerini. ailesinin gizliden gizliye dershane parasını ödediği en yakın arkadaşını anlatırken, devletin, olmazsa da yardım severlerin okumaya niyetli çocukları hep desteklediğini anlatıyor. yüzünde gizlemeye çalıştığı gurur “benim ailem destekledi” derken ses tonunda artık açığa çıkıyor. çok alçak gönüllü çocuk ahmet. güneşten mi, utançtan mı kızarıyor bazen anlamak zor. ama iş hakkını aramaya gelince hiç de ezdirmiyor kendini, kimseyi de ezmiyor. 5 vakit namazını sektirmez ahmet, kimseye de lafını etmez, gider kılar gelir. üniversiteyi yeni bitirmiş. kız arkadaşları olmuş, aşık olmuş. her herşeyini vermek istemiş, kalbini açmış onlara. çok sevmiş. hep de terkedilen o olmuş. bakir bir üniversite mezunu olduğunu “ne olmuş ya?” diyerek itiraf edip savunurken ben, insan yüzü daha ne kadar kızarabilir diye merakla izliyorum. ailesi çok önemli ahmet için. onların sözünden çıkmaz, onları üzmeyi düşünmez bile ahmet. ailesi ile yaşamaktan çok mutlu. başarılı abisinin izinden mi, gölgesinden mi yürüyecek hayatta bunu zaman gösterecek. “bir yurtdşına gitsem, ingilizcemi geliştirsem” diyor iş hayatına atılmadan önce. o zaten insanlara birşeyler satmayı, hizmet vermeyi hep çok sevmiş. ah bir karar verebilse işte nereden başlayacağına, bu kafası karışık altın kalpli orta sınıf anadolu çocuğu! özendiği orta sınıf hayata, bir eşe, işe, eve kavuşsa keşke.. zaten emekli olana kadar hep yukarılara bakmaktan, kendinden daha az avantajlı insanlara, fakirlere kafa yoracak zamanı olmayacak. iktisat teorisi, toplumsal eşitsizliğin üretilmesinen bahsederken derste değilmiş. aileden bir miras bonkörlükte sadakasını verip içini ferahlattığı sürece, kimseye zararı dokunmadan mutlu mutlu yaşar gider ahmet. allah herkesi başka başka imtihan ediyor der geçer, iş eşitsizliğe adaletsizliğe gelince. utangaçlığını yense o da sevişecek hoşlandığı kadınlarla. ama evlendiği kadın bakire olacak haşa!

cemal; ığdır’lı bir çoban. hayatından çok memnun, gülümser görüyorum onu hep. sorunca diyor ki, son 3 yılını dağda tek başına koyun güderek geçirmiş. güttüğü sürünün sahibi sağolsun azığını eksik etmemiş. arada kuzu kesip yedikleri de oluyormuş. el radyosuyla yalnız başına aylarca dere tepe insan yüzü görmeden dolaşırmış cemal. koyunlar kaçmasın diye sürü başını koltuğunun altına alıp yatar uyurmuş. burada yemek bol, insan bol, hayatından çok memnun cemal. işi biraz dalgaya vurup hiç koyun siktin mi cemal diyorum dağ başında abazalıktan. haşa diyor, koyun kutsal hayvan, kurbandır, kesiliyor insanlar yiyor diyor, dikkatli ve ciddi bir açıklamayla. aradan lafa karışan bir diğeri “peki ya eşşek?” diye sorunca şirin gülümsemesinin arkasındaki çarpık sarı dişleri saklayamıyor. bakıyorum pek utanmışa da benzemiyor. hemen yine açıklamaya girişiyor; eşşek mundar hayvandır, eti yenmez, o yüzden sikilebilir.

işte imrenilen adam ziya! dünya umrunda değil bu müteahit babadan olma, yakışıklı delikanlının. özgüvenini dik omuzlarında taşıyor. laf etmeye kalkınca mangalda kül bırakmıyor. bir yanı parti gençlik kolları lideri, amatör politikacı, yeniyetme manipülatör. o sayfiye yerindeki kapalı eğitimlerde öğrenmiş örgütlenmeyi, yönetmeyi, yönlendirmeyi. e bir de babasının oğlu tabi; zehir gibi zekasının onu neden acımasızlaştırmadığını merak edip kişiliğinin katmanlarını sabırla kazarken, 5 vakit namazında ziya’nın, tasavvuf tekkesine de baş koyduğunu görüyorum. nişantaşı kadınlarını, kısa yurtdışı tatillerini geçmiş çoktan. çalışan zihin, merak dolu heyecan dolu. ama babadan devralınacak bir iş var külçe gibi sırtında. atanın lafından çıkılır mı hiç ziya? çıkılsa da refah öyle elinin tersiyle itilir mi? bıraksalar hallaç pamuğu gibi atacak dünyayı. merakıyla yiyip yutacak başka başka hayatların bilgeliğini. ama görünen o ki; ziya, mutsuz ve zengin bir kürek mahkumu olma yolunda, babasının kalyonunda.

bu adam sosyal uyumsuz bir mazoşist mi yoksa zihinsel engelli mi diye çok düşündüm ilker’le ilk tanıştığımızda. insanların onu itip kakmasına engel olmaya çalışırken bir baktım ki kendi hazırlıyor bu ezik adamı oynadığı sahneleri. kendini kurban konumuna yerleştirdiği rollerde, içinden, kimseye çaktırmadığı küfürlerin zafer sarhoşluğuyla zorbadan öç alırken kalan zamanını kpss sınavı için okudukça aklına girmeyen tarih konularını çalışarak geçiriyor ilker. belki de saklanıyor mu deseydim? babasını soruyorum tanışıp güvenini kazandıktan çok sonra. aptal derdi hep diyor. babasına artık kendi de hak veriyor sanki. bağlayıp döverdi beni diyor, gözlerinden geçen anlık nefret kıvılcımlarını hızla savuşturarak. hayatı boyunca maruz kaldığı şiddete bir açıklama bulmak zorunda, delirmemek için. işkencecisinin haklılığına inanmak zorunda.. ailesi, sorunlarını, içinde zıpzıp zıplayan cinlere bağlayınca, mahallenin cinci hocasının saçmalıklarına maruz kalmış mütemadiyen. vurdumduymaz bir psikiyatristin tipine bakarak verdiği ilaçların uyuşukluğuna fazla katlanamamış ilker. yine de gitmiş üniversiteye, sınıf öğretmenliği okumuş, tayin bile olmuş. ama 2 ay dayanabilmiş öğrencilerle dolu bir sınıfın başında durmaya. işte kimi unutmak için içer uyuşturur kendini vs., ilker de kendini bilgisayar oyunlarının sanal dünyasına vermiş gece gündüz. kahramanlık destanlarıyla donattığı sanal karakteri, gerçek karakterinin cam yaralarına pansuman edermiş. şimdi dönmüş yine baba ocağına. herşeye rağmen ekonomik özgürlüğünü kazanıp işkencecisine minnet etmeden yaşamak dileğinde. yaşamak da demiyor aslında, huzurla ölmek diyor istediği. onu dinlerken, ağzımı açıp birşeyler demek, yardım etmek istiyorum. ama bu 26 yıllık yaranın neresine dokunulur, nasıl kapanır bilmiyorum. çaresizce acısını bakıp dinlemeyi seçiyorum. bu adamın amatör bir psikoloğa ya da başka bir öğütçüye ihtiyacı yok. güvenmeye, güvenilmeye ihtiyacı var sadece. üzülüyorum. ama onun yükü ruhumda taşımak için çok ağır. silkinip yürüyorum.

doktor, alkolik misin dediğinde: hayır değiim, sadece her akşam bir ufak votka içerim demiş ulaş. gülerek anlatıyor. üç aydır içmiyor ya adamda göbek falan kalmadı, eridi gitti. tam bir keyif ehli kendisi. kısa sap bağlamasını eline alınca da ondan mutlusu yok. insana ve muhabbete meyletmiş hayat boyu. öyle parayla pulla işi yok. ama bir o kadar da yanlış iş seçip muhasebeci olmuş. başkalarının parasını sayarken zerre heves etmez, gönül zenginliği ulaş’ın tedavüldeki banknotu. açıköğretime katlanarak bitirdiği okul kariyerinde, kitaplarda aramaz bilgeliği. pir sultan’da, karacaoğlan’da arar sevdayı gönül gözüyle. adını koyamasa da paranın tek geçerli değer olduğu, insanın insana düşman olduğu, köle olduğu bu düzende var bir yanlışlık. onun derdi herkesin sanki herşey gerçekmiş, doğalmış gibi davranması.. o da muhasebenin ve finansın ve paranın sözde gerçekliğini votkayla bulandırır, alayına güzel bir ayar çeker imiş. sonra gelsin ulaş’tan yanık bir türkü, anadolu bilgeliği tadında.

bir de ben varım tabii, kasabanın delisi. ukala dümbeleği. kanguru gibi sekişim 50 metreden kimliğimi ele verir. gece büyük ayı grubunu görmek için kafayı gökyüzünden ayırmayan ucube. “gumetellama” mı ne, öyle bir yerden hikayeler anlatır. afrika’nın honduras köyünden bahsedermiş. hani futbol takımıyla maç yaptık ya! doktor anlattığı hikayelerden sonra şizofreni şüphesiyle kaşlarını çatınca, içinde buradan çıkabileceğine dair bir umut da belirmemiş değil hani.. tek insan, tek hayat, tek iş, tek ülke, tek mahalle sloganlı türk aklı doktor da olsa aklı başında bir ademin bu kadar alakasız iş yapıp ülke gezdiğine inanamıyor. bu tuna denen manyak bir de zamanını atık geri dönüşüm projesi hazırlamak, insanlara mevsimlerin nasıl oluştuğunu ve dünyanın yörüngesini anlatmak gibi bir sürü abuk subuk iş yapmakta.

kim yahu bütün bu insanlar? belediye otobüsünde bile biraraya gelmeyecek bu ve benzeri yüzlerce nev-i şahsına münhasır karakterle bir arada yaşam gibi bir zorunluluğum var bu ara. kimse canının istediği gibi çekip gidemiyor. birbirleriyle iyi geçinmeken başka bir çareleri de yok. tek kural şu: ilk yumruğu atan da yiyen de en az 15 gün geç çıkar buradan! dağların arasında girişi çıkışı olmayan bu 1 dönümlük yaşam alanında, bu alakasız karakterlerin birbirlerinden başka kimsesi yok. farklılıkları hoş görmeyi, alttan almayı, barışçıl iletişimi öğrenen var mı? yoksa küfür etmeyi, it dalaşını mı öğreniyorlar? hepsinden birazcık herhal.. türkün yalnızlıkla sınavında, yanlış cevabı kopya çeken bu güruh, en azından herkesle aynı cevabı vermenin huzuru ve rahatlığıyla mışıl mışıl uyumakta.

eytürkgençliği’nin istikbali ise şafağı gibi zifiri karanlık.. diyor baktığı yerde trajedi gören ukala dümbeleği.

Yorumlar
5 Yorum to “Manzara-i Beşer”
  1. Ou-san says:

    Tuna eline diline sağlık, nefis olmuş gerçekten. Bir çırpıda okurken resmen beni alıp o günlere geri götürdü. 15 ay boyunca aynı odada yatıp aynı kaptan yemek yediğim insanlar tek tek geçti gözümün önünden. Ağrının köylerinden bir delikanlıya Ağrı’ya tırmandığımızı söylediğimde inanmamıştı bana. Mümkün değil imkansız tırmanılamıyo oraya demişti. Abi Evereste bile çıktılar yapma gözünü seviyim, ama yok kimse ağrıya çıkamaz imkansız onun kafasında. Sonra en güzeli 3 top çevirmeyi gösterdiğim astsubay, kendine balondan türk bayraklı top yapmıştı. Ben ayrılırken 4 topa geçmişti.

    Tüm karakterlerde bir arada geçen zaman gerçekten nasıl ezber bozuyor anlatamam. Doğrular yanlışlar, hesaplar kitaplar giriyor birbirine. Bir taraftanda bir çok sorunun cevap buluyor memleketimden insan manzaralarıyla. Çok acayip…

  2. Kıvılcım says:

    Ne kadar anti militarist olsa da insan bazen askerliğin de dünyayı yaşadığın ülkenin insanlarını gerçekten tanımaya yaradığını utançla söyleyebiliyor dedim kendi kednime. Keşke bunları yaşamak için askere gitmene gerek kalmasaydı. Aslında toplumdan ne kadar dışarda küçücük bi fanusta yaşaadığımızın farkındayız. Bu yüzden de o hayallerini kurduğumuz idealleri gerçekleştirmekten bir o kadar uzağız. Ama aslında bunu hepimizin yapması gerekiyor. Yaşadığımız toplumla yüzleşmeyi, kendimizi hapsettiğimiz o fanustan çıkmayı…Çok güzel olmuş. Eline sağlık Tunacım. Seni çok özledim!

  3. Deniz says:

    Birbirimizi gerçekten tanımak için okuduğumuz okullarda bize herşeyiyle uzak batı dillerini değil de, beraber yaşadığımız kültürlerin dillerini ermeniceyi, rumcayı, kürtçeyi, lazcayı v.s öğretselerdi herşey çok mu farklı olurdu acaba?

  4. Mahir Mert Öztürk says:

    ula bravo,varol

  5. onur says:

    sevgili tuna nasılsın bakalı.yazını beğendim gercekten.o kısacık zaman içersinde( kimimize göre 15 ay) son paragraflar da bahsettiğin gibi biraz ondan biraz bundan katkıda bulunduk birbirlerimize.o günler kimimizin hatırlamak istemiyeceği günler olacak belki de kim bilir bir araya geldiğimizde gülüp eğlenip birbirimize anlatacağımız günler olacak.Hikayen için teşekkürler güzel harmanlamışsın DEVREM en kısa zaman da görüşelim ok. kib

Yorum Bırakın