Sivil Toplum Kuruluşları ve Karşıt-Üretkenlik
Türkiye’de 1980 ve sonraki onbeş yıl, ekolojik, ya da diğer alternatif politika modellerini özgürce hayata ve kamusal alana geçirmek için son derece uygunsuz yıllardı malum. Alternatif hareketlerin yavaş yavaş yeniden yeşermeye başladığı 1990’lardan günümüze kadar, hak ve özgürlüklere dair değişenler olsa dahi, darbelerle ezilmiş, eğitilmiş, susturulmuş bir toplumda bu hareketlerin çoğu derin kökler salamadığı gibi, katılım da son derece düşük oldu. Bugün hala, politik katılımın son derece düşük olduğu, politikaya korkuyla yaklaşılan bir toplumuz.
Sivil toplum kuruluşları (STK’lar) Türkiye’de bu noktada ortaya çıktı prenses. Politika yapmaktan son derece soğumuş, hatta apolitik bir ülkede STK’lar politika yapmadan toplumsal duyarlılığa sahip olmanın, içinde yaşanılan toplum için de birşeyler yapmanın bir yolunu oluşturdu. Gönüllü olarak bir STK’nın içinde çalışmak, politikaya bulaşmadan, yani ‘elini kirletmeden’, sosyal sorumluluk taşımak anlamına geliyor. Belki de ‘ya benim başıma da gelirse?’ diye korktuğumuz için, belki de sadece o perişanlığın ve çirkinliğin (mücadele ettiğimiz her ne ise onun) gözümüzün önünden o an için olsun kaybolmasını ve hayatımızın kaldığımız yerden devam etmesini istediğimiz için, belki de suçluluk duygularımızı biraz olsun hafifletmek için; ve belki de en iyi niyetlerimizle içimizdeki “Ama bu olmamalı, buna izin verilmemeli!” duygumuzu yansıtmak için kullanırız STK’ları. Bu sistemin içinde biraz olsun yaraları sarabilmek için, içimizdeki çaresizliği azaltabilmek için, başkalarıyla dayanışma duygusunun, maddi bir karşılığı olmasa dahi istediğimiz ve inandığımız için biraraya gelip dayanışma içinde çalışmayı hatırlamak/öğrenmek için kendimizi belki de çok fazla sorgulamadan ‘içlerine atarız’ ve gönüllü olarak projelerde, kampanyalarda, eylemlerde, protestolarda yer alırız, kredi kartımızla destek veririz. Bu bize iyi gelir, bizi rahatlatır, bize bu toplumdaki bir takım yanlışlıklara, savaşa, adaletsizliğe, eşitsizliğe, ekolojik yıkıma karşı birşeyler yaptığımız hissi verir.
İşte tam da bu duygu, gönüllülük ve STK’cılık mantığının karşıt-üretken hale gelmesinin sebebi aslında. Karşıt-üretken demek ne ola ki prenses? Karşıt-üretkenlikten önce biraz kurumsallaşmadan bahsetmek lazım. Çağımızın en özgürleştirici ve yaratıcı filozoflarından Ivan Illich’e göre modern toplumun sorunu kurumlarında, herşeyi kurumsallaştırmasında ve hep daha fazla kurum yaratma eğiliminde yatar. Kurumsallaşmayı eleştirirken de bu sürecin insanların kendilerine olan güvenlerini, sorunlarla başetme potansiyellerini ve yaratıcılıklarını kaybetmesine yol açtığını, sosyal ve şenlikli ilişkileri yok ettiğini öne sürer. Çünkü bu durum eskiden uğraşan herkesin edinebileceği yetenekleri artık ancak kurumlar aracılığıyla, sadece profesyoneller tarafından elde edilebilen kartelleştirilmiş mallar haline getirir. Kurumsallaşma sonucu kendimizi iyileştirme ve şifa dağıtma gücümüzü doktorlara, bilgi aktarma gücümüzü öğretmenlere, bilgi yaratma gücümüzü akademisyenlere, tanrıyla iletişim kurma şeklimizi belirleyen kararları alma hakkını din adamlarına devrederiz. Eğitim ya da sağlık kadar hayatımızı ilgilendiren konularda dahi kafa yormamıza da artık gerek kalmamıştır.
Illich’in karşıt-üretkenlik kavramı bu arkaplanda ortaya çıkar: Temelinde yararlı olan süreçler, uygulamalar ve araçlar, kurumsallaşma kritik bir noktayı geçtikten sonra ilk amaçların tersine hizmet eder hale gelirler. Bunun bir sebebi profesyonellerin kapıları sıkı sıkı tutması ve gündemi belirlemesidir. Bir başkası da artık mal haline gelmiş olan değerlerin, neredeyse sadece ilgili bir kurumun bir işlevi olmaya indirgenmesidir. Hastalar ve hastalıklar üreten tıp kurumu, mesafeyi arttıran otoyollar, tanrınızla aranızda engel haline gelen din adamları gibi…
Bizi rahatlatan, bize bu toplumdaki bir takım yanlışlıklara, savaşa, adaletsizliğe, eşitsizliğe, ekolojik yıkıma karşı birşeyler yaptığımız hissi verdiği için kurduğumuz/ çalıştığımız STK amaç haline geldiğinde, onun varlığını sürdürmesi de çoğu zaman el atılan problemin devamlılığına bağlıdır. “Çevreciler hep felaket senaryoları yazarlar, çünkü ekolojik felaketler olmazsa çevrecilere de ihtiyaç kalmaz” söylemini defalarca duymuşuzdur. Peki hiç başarıyla kampanyasını ya da projesini tamamlayıp kendini fes eden bir STK duydunuz mu? Bu içsel çelişki, STK’ların sorunlar derinleştikçe ve kamuoyunun hassasiyeti arttıkça finansman, kamuoyu ve işgücü desteği bulmasıyla kendini açıkça belli eder. Gerek kurumsal yapılanma modellerinin değişerek STK’nın varlığını sürdürebilmesi amaçlı, daha profesyonel, daha hiyerarşik modellerin benimsenmesi yani “kurumsallaşma”, gerek geniş çaplı ve sistemin doğasından gelen sorunları yerel projelerle çözümleyerek sistemi bir anlamda “yamamaları” yoluyla STK’lar karşıt üretken hale gelirler.
Burada sorulması gereken sorular iki yönlü prenses: Birincisi, aslında bu kadar çok işsiz, bu kadar çok yoksul, bu kadar büyük ekolojik yıkım, bu kadar fazla sömürü, bu kadar çok mutsuzluk doğuran böyle bir sistemin izlerini hafifleterek yaptığımız acaba toplumun acılarını azaltarak varolan sistemin içinde hayatlarına devam etmelerini sağlamak mı? Acaba STK’ların en radikal görünenleri dahi sordukları ve sormadıkları sorularla sistemin birer sübabı mı? Endüstri karşıtı olmadan, kapitalizme eleştiri getirmeden, içinde yaşadığımız sistemin en temeli olan insan-merkezci, fetihçi, erkek egemen, sermayeyi güçle bir tutan değerleri sorgulamadan “çevreci” olan STK’ların varolan, insan-merkezci kapitalist söylemleri tekrarladığı açıkça ortada. Bu gibi yollarla belki sosyal duyarlılığı artırmak mümkün olsa dahi, bu son derece kısıtlı bir çerçevede olacaktır.
İkincisi, STK’ların profesyonelleştirerek kapılarını tuttuğu, kavramlarını belirleyerek mal haline getirilen bir çevrecilik değeri, kurumların tekeline alındığında acaba toplumun tümünün üzerine düşünmesi gerekenleri kendilerine mi havale ediyorlar? Çevrecilik kendi başına bir değer haline gelip ekolojik bir yaşam ihtimalini ortadan kaldırıyor mu? Farketmemiz gereken, STK’ların olmadıkları ve olmaması gerektiği bir şekilde objektif, iyi niyetli ve faydalı görülüp, her zaman doğruyu, sadece doğruyu ve bütün doğruyu söylediklerinin iddia ediliyor olması. Halbuki her kuruluş gibi STK’lar da eleştirel süzgeçten geçmeli, herşeyden önce kimin STK, kimin endüstrinin çevre imajını düzeltme kuruluşu olduğu anlaşılmalı (bunun en kestirme yolu STK’ların finansal kaynaklarını incelemektir, ancak tabii ki bununla sınırlı değildir). Ayrıca projeler ve kampanyalar da kendi içlerinde ve arkalarında yatan gündemle birlikte değerlendirilmeli. Her çevre kuruluşunun bir gündemi vardır, ki bu da son derece normal. STK’lar seçtikleri konularda seçtikleri yöntemlerle kampanya ya da proje yaparken, tabii ki bu konuları kamuoyunun gündemine sokmaya çalışacaklardır. Ancak, sanki böyle bir durum yokmuş gibi STK’ların sanki hata yapmayan, kendi iç dinamiklari olmayan, herhangi bir gündemleri olmayan kuruluşlarmışçasına, hiç sorgulanmadan kabul görmeleri ciddi hayal kırıklıkları yaratır. Çünkü onlar da politikacılar gibi bir konuyu diğerlerinden daha öncelikli, çözüm alternatiflerinden birini diğerinden daha uygun, vs. bulmakta ve bu karara uygun çalışmalar yapmaktalar.
Arundathi Roy’un dile getirdiği şekliyle, STK’lar devletin sağlamak zorunda olduğu ihtiyaçlarının küçük bir kısmını karşılamayı üstlenerek politik alanı politikasızlaştırıyor, politik bilinci siliyor ve direniş hareketini bölüp dağıtıyorlar. Biraraya gelip çalışmak ve değiştirmek isteyen kişilerin kurduğu, özellikle yerel hareketlerden ortaya çıkan STK’lar için bunu söylemek doğru olmaz. Ancak giderek profesyonelleşen ve bir sektör haline gelen “STK’cılık”, üniversitelerde kimi zaman toplum mühendisliğine soyunan bir edayla eğitimleri alınıp, dayanışmanın yerini uluslararası fonlar için rekabete bıraktığı, kişilerin bir kariyer olarak görüp yatırımlarını ona göre yaptığı bir piyasa şeklini aldığından, “gerçek” sorunlarla ilişkisi olmayan STK’lar, toplumun bütünü için işe yarayan çözümler üretemeyen projeler ve dolayısıyla da bilinçlenmeyen bir toplum, siyasallaş(a)mayan siyasi konular ve varolan kapitalist sistemin içinde kendi yerini bulmuş bir STK anlayışı doğuruyor. İnsanların çevreleriyle, doğayla, diğer canlılarla ve birbirleriyle olan ilişkileri ise, kendilerinin artık üzerine fazla düşünmeleri gerekmeyen, sertifikalı, bilgi sahibi, konulara hakim profesyonellerden oluşan çevre STKlarına bırakılabilir konular haline geliyor.
STK’lar benim ve bu apolitik ülkede yaşayan, apolitik olması öğretilen ve beklenen diğer gençlerin öğrenme, anlamlandırma ve beraber çalışabilme süreçlerinde son derece yardımcı kurumlar. Onların sınırlarını anlamak, gündemlerini fark etmek, savunduklarını düşünsel bir süzgeçten geçirmek ve karşıt-üretkenliklerinin de farkında olmak gerekir. Bütünsel bir yaklaşımla doğayla ve birbirimizle ilişkilerimizi yeniden yapılandırabilmemizin yolu ekolojik düşünce ve politikalara yönelmemizdir. STKların bu noktada dışlanması değil politik kimliklerini açıkça ortaya koymaları ve içinde yaşadığımız sistemin bir parçası olmayı ya da onu değiştirmeyi seçmeleri beklenmelidir. Yeşil politikanın da bu sorunlara özgürleştirici yaklaşımlar geliştirmek ve radikal sorgulamalara girişmek gibi son derece zor ve çetrefilli (ve belki de varoluşunun bağlı olduğu) bir işi var.
Ellere saglik Aysem, cok besleyici bir yazi olmus. Kurumsallasan STK’lari en cok yoldan cikaran etmenlerden biri de onemli kampanyalardan cok, daha cok para getirdigi icin karli kampanyalarin pesine dusmeleri. Para nerden geliyor? Sokaktaki insandan. Sokaktaki insan neden para veriyor ve bu neye gore artip azaliyor? Bir STK onlara neyi satiyor, bir hizmet mi, bir urun mu, yoksa baska bir sey mi? Ilk akla gelen cevap bir markayi satiyor olduklari, ama bu cok tatmin edici degil. (Marka ile kendilerini ozdeslestirebilecekleri ve tanimlayabilecekleri cok fazla bir sey sunmadiklari icin, ama sunduklari miktarda markayi da satiyorlar bir olcude) Bence STK’larin sattigi sey senin de dedigin gibi vicdan rahatlamasi. Her insan cevre ile ilgili konularda belli bir sorumluluk hissediyor ve ekonomik gucu yettigince vicdanini rahatlatmaya calisiyor. Greenpeace, Tema, dogal hayati koruma dernegi veya baska cevre kuruluslari da bunu istiklalde veya baska bir yerde satiyor.
Peki satis rakamlarini ne degistiriyor? Ekonomik etmenleri bir yana birakirsak ve insanlarin cevre ufkunun darligini da goz onune alirsak, bunu degistiren sey, kafalarindaki dar “cevreyi koruma” kaliplarina ne kadar direk hitap edebilirsen, o kadar cok para koparabiliyorsun. Tema agac dikme uzerinden yillardir deli para kopariyor ki agac dikmek o dar cevre koruma kalibina direk hitap ediyor. Balinalari kurtarmak veya amazonlarda yagmur ormanlarinin tahribini onlemek vs. de benzer sekillerde direk hitap ediyor ve Greenpeace’de yillardir bunlari kullanarak para kopariyor.
Biraz cevre uzerine kafa yoran bir insanin kisa zamanda “cevreyi korumak” kavrami baya bir genisliyor. Asil buyuk ve mudehale edilmesi gereken cevre sorunlarinin bu ilk akla gelen seyler olmadigini ogreniyorsun. Agac dikerek cevreyi kurtaramazsin, sanayinin urettigi kirliligin onune gecmedikce. Sen balina avcilarini durdurabilirsin, ama misal KOK’lara (Kalici Organik Kirliteci) karsi bir sey yapmadigin zaman, sadece o kurtardigini sandigin balinalar degil insan da dahil olmak uzere butun ekosistemdeki canlilar kanserden olup gidecekler. Tabi KOK’lari insanlara anlatmak ve para koparmak kolay degil, sonucta “cevreyi koruma” kavramlariyla pek bagdasmiyor.
Her kurumun bir sekilde para kazanmasi ve kendini idame ettirmesi gerekiyor. Ama ote yandan da para kazanmanin donusturucu gucune karsida tetikte durmasi gerekiyor. Kurumlar veya yapilar paranin geldigi yone dogru gitme egilimindedir seninde yazida bahsettigin uzere. Yakin gecmise kadar misal Greenpeace “karli” kampanyalardan para kazanip, bu parayi karsiz ve asil onemli kampanyalara harcamaya calisiyordu. Gorebildigim kadariyla bu su anda ne yazik ki boyle islemiyor. Giderek artan miktarda karli kampanyalara yonelip(balik, amazon, balina vs.), asil varolus amaci olan kampanyalari birer birer kapatiyor.
Eminim butun bu kapanan kampanyalarin veya alinan stratejik kararlarin bulundugu an icinde hakli sebepleri vardir. Ortada bir hedef bir dusman da yok zaten, cevre hareketi icinde su ana kadar iki bira icip iki muhabbet edipte ulan ne guzel insanmis demedigim biri pek olmadi, hep guzel insanlar, hep guzel amaclar icin bir araya gelmisler ve dunya icin guzel seyler yapmaya calisiyorlar. Ama butun, kendini olusturan parcalardan farkli davranir. Problemde burdan kaynaklaniyor. Butun kendi devamliligi icin kendi karini maksimize etmeye calisiyor, arada onemli konulari gormezden gelmek pahasina da olsa.
Aysem’in bu yazida isaret ettigi yone bakalim derim: “biraz olsun eleştirel yaklaşmazsak; amaçlarımıza değil bu örgüte bağlılık gösterirsek; kendimizi bireyler olarak konumlandırmazsak”, buyuk bir butunun icinde kaybolur ve o butunun yaptiklarindan da sorumlu oluruz.
Selam Nazim,
Haklisin, karli kampanyadan alip karsiz kampanyaya vermek cevre orgutlerinin yapmasi gereken, hatta mecbur olduklar bir sey. Ancak iki noktada belki biraz daha dusunmemiz lazim:
1) Kampanyalarini yapan Greenpeace ile soz verdigi agaclari bir turlu dikemeyen ve bir yandan da nukleer lobi ile organik iliskileri olan TEMA’yi ayni gozle degerlendirmek mumkun degil bana kalirsa.
2) Balinalar… o guzel hayvanlar icin yapilan kampanya Greenpeace’in senelerdir yuzu olmustur. Benim cok sorguladigim bir kampanya idi cunku ‘esas sorun’ senin de yazdigin gibi baska bir yerdeydi bana gore. Simdilerde ise dusunuyorum da, balinalari en onemli kampanya yapan zihniyet ve soylem ile KOKlar gibi daha karmasik ve ‘daha onemli’ konulari kapsayan kampanyalari onplana cikaran soylem farkli noktalardan yaklasiyor cevrecilige, dogaya ve insana. Ben giderek bu cogulluktan ve farkliliktan zevk alir hale geldim. Turkiye’de bazen farkliliklarimizin zenginligimiz oldugunu unutuyoruz.
Neyse, belki o da baska bi mektuba konu olur…
Aysem
çok güzel, kıymetli bir yazı. teşekkürler…
Yanlış anladıysam lütfen düzeltirmisiniz? Ayşem yazında demişsin ki: ‘Yeşil politikanın da bu sorunlara özgürleştirici yaklaşımlar geliştirmek ve radikal sorgulamalara girişmek gibi son derece zor ve çetrefilli (ve belki de varoluşunun bağlı olduğu) bir işi var.’
Bu niye ve nasıl ‘yeşil politika’nın işi oluyor. Eğer STKlar eleştiriliyorsa kendilerini daha anlamlı bir hale getirmek için uğraşıyorlarsa bunu kendi yaptıklarıyla yüzleşerek yapabilirler. Her toplumun yapması gerektiği gibi. STK ları düzeltecek en son şeyin ‘politika’ tabanlı bir düşünce sistemi olduğuna inanıyorum. Politika konusundaki ön yargılı tutumum olduğunu kabul ediyorum. Ancak bir konuyu filtre etmeden gündeme getirmenin iyi olduğunu ve esasında politikanın bunu yapısı itibariyle engellediğini düşünüyorum.
Sanki aynı zamanlarda, aynı şeyleri sorguluyoruz. Tam da bu aralar aklımdan geçenlere tercüman olmuş Ayşem. Bir çok yönü var aslında konunun. Para kaynakları bir yönü. Kurumsallaşma, profesyonelleşme ve benim de son zamanlarda dilime pelesenk olan “aracın amaç haline dönüşmesi” bir yönü. Ulusal, uluslararası ve iki yıldır da yerel sivil toplum hareketlerinde yer alan biri olarak oldukça şey gördüm STK ve ekoloji camiasında. STK’ların ister yerel, ister küresel olsun, ister kodamanların parasıyla, ister bireylerin parasıyla olsun ne derece sorunlu yapılar olduğunu da. Bu alemin içindeki insanları da yakinen tanıdığımdan büyük STK’ların kendilerini sorgulayıp bir bütün olarak dönüşebilme ihtimalleri konusunda oldukça umutsuzlaştım. Küçük veya yerel STK’ların da bilgi birikimi oluşturma, zaman ve para ayırma konularında nasıl yalpaladıklarını, kapitalizmin kuşatması altında nasıl etkisiz kaldıklarını gördüm. Çevre STK’larının insan hakları, insan hakları STK’larının ve de üyelerinin çevre konusunda nasıl duyarsız davrandıklarını da.
Bütünsel bir değişim için beraber genel bir strateji oluşturamama, birbirini dönüştürüp geliştirememe, kendi oyuncaklarıyla oynamaktan memnun çocuklar gibi kendi alanlarına gömlüp( ve aynı zamnda o alanda tutunup) dayanışamama kangrenleşmiş sorunlar.
Nasıl çözeceğiz, inanın bilmiyorum. Her gün kafamda tilkiler dolaşıp duruyor.
Öte yandan siyasi yapılanmalarda durum ne diye sormak da gerek. Ayşem durduğu yerden belki de yeşil politikanın çözümü üreteceğini ya da üretmesi gerektiğini iddia ediyor. Hatta uzuun sürelerdir STK camiasında yer alan kişiler de siyasallaşma, hatta iktidara oynama gerekliliğinden dem vuruyor. Peki bu siyasi hareketler değil mi yıllardır toplumda karşılık bulamayan. Kendi iç çekişmeleriyle oyalanıp, bölünüp kitleselleşemeyen. Bir çoğu STK’lar kadar şeffaf bile değil paranın geldiği yer veya profesyonelleşmelerinin düzeyi açısından.
Her iki yönden de ortaya attığım soru şu aslında: Değişim için örgütlülük mü? Örgütlülükse nasıl bir örgütlülük?
Kendi hayatını inandığı değerler çevresinde örgütleyip değerler sistemini kollektif olarak yeniden üretebilen bir örgütlülük. Finansal sürekliliği sağlayabilecek bir dayanışmadan kaynaklı ekonomik cazibe. Norm koyan kendi paradigmasını dayatabilen ortak irade. Kendini karşı olduğu üzerinden tanımlamayan proaktif yaşam üretim hubları. Biraz Fetullah, biraz kibutz, biraz avrupa anarşisti karışımı bir çorba sanki benim işimi görürmüş gibi geliyor bazen. Yine de başlangıç noktasının sosyal ekolojiden doğru olduğunu da belirtmek gerek. Karşılıklı ilişkilerin niteliği ve doğasını tanımlama ve bunu sürdürebilme ihtiyacı. Ortak bir dil oluşturabilme ve uzlaşma gücü. bu iş biraz zor gibi.
Deniz’in sorusunun cevaplanabilir oldugunu sanmiyorum, farkli siyaset tanimlarindan kaynaklanan bir uyusmazlik daha ziyade. (Bu durusun daha net seklini, nukleer karsiti kamp sirasinda kampi organize eden Genc Yesiller’e “siz siyasi yaklasiyorsunuz konuya, guc amacliyorsunuz, enerji bakanindan hic farkiniz yok” diyen STK kampanyacisi arkadaslar ortaya koymustu. Hala dusundukce gulumserim… Ozellikle gercekten de enerji bakani olmayi hayal ettigimi farkedip, aradaki farki bazilarimizin ancak bu sekilde gorebilecegini dusundukce 🙂 saka bir yana…)
Siyaset’e bu sekilde (Deniz’in deyimiyle) onyargili yaklasmak tam da bu yazinin sorguladigi seylerden birisi aslinda. Benim dusuncem, toplumsal degisimi amaclayan her orgutun siyasi bir aktor oldugunu kabul etmek gerektigi. STK’larin da, siyasi partilerin de. Ustelik biri digerinin alternatifi ya da karsiti degil (bunlardan birisi size daha uygunsa onun icinde var olmanizdan daha dogal ne olabilir?). Yesiller Partisinin yerel, merkezi olmayan, demokratik ve esitlikci bir icyapi kurmaya calismasi benim icin umut verici olmustu bu yaziyi yazdigim donemde. 2005 senesinin yaziydi, henuz parti kurulmamisti… (bu vesileyle orjinali Uc Ekoloji’nin 4. sayisinda, STKlar ve Cevrecilik ile ilgili Forum bolumunde yayinlanan bu yaziyi yeniden hayata donduren Tuna’ya tesekkuru borc bilirim.)
Ayni zamanda yesil politikanin ozgurlestirici yaklasimlar gelistirmesi ve kamusal alanda olup biteni sorgulamasini oneriyordum. Neden olmasin ki? (nasil olmasin ki?) Eger benim destekleyecegim bir siyasi parti olucaktiysa Yesiller Partisi bunlari yapmasi gerekir diyordum. Varolan siyasi partileri ben de begenmiyordum. Demek ki henuz olmayan bir seyi olanca yaraticiligimizla olusturmamiz gerekiyordu. Nitekim “STK’lar kendilerine ayna tutmasin, elestirmesin” degil orda yazdigim. Sivil Toplum ya da STKlar dedigimiz sey bir butun olmadigi gibi bir ‘toplum’ da degil. Kendi kendini sorgulama yollari kapali demiyorum, ama kurumsallasmis bir STK’da bunu yapmanin ne derece zor oldugunu hepimizi gormedik mi degisik zamanlarda?
Erdem’in ‘genel strateji’ onerisi ilgimi cekti. Kurumsallasmayan bir genel strateji mumkun degil diye dusunuyorum. Ancak surekli birbiriyle iletisime acik, degisime acik, farkliliklara acik bir(-degil-bircok) orgutluluk direnisin surekliligini saglayabilir diye dusunuyorum (Bir nevi Hardt&Negri-vari Multitude kurgusu). Sanki ne Fetullah, ne kibutz, ne avrupa anarsisti, daha icimizden (yasamak istedigimiz seklin icinden) cikan bir orgutluluk. Belki de Tuna hakli, hepsinden biraz ama hicbirinden cok fazla…
Tuna, yazdıklarında özellikle katıldığım: Kendini karşı olduğu üzerinden tanımlamayan proaktif yaşam hubları. ben bundan hayal ettiklerini, savunduklarını hem bireysel hem kollektif olarak bugünden hayata geçirebilme çabalarını anlıyorum.
Soru işareti: Kendi hayatını inandığı değerler çerçevesinde örgütlemek ve finansal sürekliliği sağlayabilecek bir dayanışma. Finansal sürekliliği sağlayan ve ciddi değişim yaratabilen bir dayanışma örneği var mı? Özellikle de cümlenin ilk kısmını bir önkabul olarak alırsak? Avrupa işgal evleri kültürünün, avrupa anarşizminin bu açıdan iyi örnek olarak kabul edemiyorum, özellikle yaratılabilen değişim açısından. Ancak sorum ciddi. Burayı çözebilirsek önümüz açık.
Sanırım multitude bizim sorularımıza benzer yanıtlar veriyor. Buradan kurcalamak lazım. Bir not yalnız konuyu da fazla dağıtmak istemeden: Multitude Project diye bir hareket de var ve kurucuları hareketin siyasi olmadığını söylüyor:)
Bu yazının benim aklıma getirdiği 3 kelime var: meşruiyet, şeffaflık, hesap verebilirlik (legitimacy-transparency-accountability yani LTA) Bu üçlü tüm dünyada birarada anılırken, Türkiye’de STK’ların ne kadar şeffaf oldukları yeni yeni sorgulanmaya başlasa da ne kadar meşru ve ne derece hesapverebilir oldukları pek gündeme gelmiyor. (Belki bu biraz da bu alanın yeni yeni gelişmekte olmasına ve genel algıda STK’la kendiliğinden atfedilen olumlu algıya bağlı) Bu konuların da artık yaygın bir şekilde sivil toplum kuruluşları arasında tartışılması ve önceliklendirilmesi gerekiyor.
Kaynak geliştirme meselesi de bence bu üç kavramla çok yakından ilgili. Ancak Türkiye’de gördüğüm mevcut durum şu: Kaynağın yoksa kaynak geliştiremiyorsun ve kaynak geliştiremediğin için kaynağın olmuyor, yani bir kısır döngü sözkonusu. Kuruluşlar, özellikle savunuculuk/hak temelli çalışan yerel kuruluşlara varlıklarını devam ettirebilmek için proje fonu aramak, kaynak neredeyse misyonuyla ilgili olsun olmasın fonun olduğu alana yönelmekten başka çare kalmıyor. (Bunun sıkça istismar edildiğini de görüyoruz tabii) Bu nedenle sağlıklı bir sivil toplum isteniyorsa yerelde kaynak geliştirme mekanizmalarını güçlendirmek, bağışçılığı geliştirmek ve elbette STK’ların LTA yapılarını ve mekanizmalarını güçlendirmek çok önemli görünüyor.
“meşruiyet, şeffaflık, hesap verebilirlik (legitimacy-transparency-accountability yani LTA) Bu üçlü tüm dünyada birarada anılırken, Türkiye’de STK’ların ne kadar şeffaf oldukları yeni yeni sorgulanmaya başlasa da ne kadar meşru ve ne derece hesapverebilir oldukları pek gündeme gelmiyor” –> ben bu uc terimin Turkiye disinda bir arada anildigina katiliyorum, ama uygulamada dunyanin diger taraflarinda da durum Turkiye’den cok farkli degil bence. Bunun kurumsallasmaya karar verme sureciyle ilgili oldugunu dusunuyorum. Derya’nin bahsettigi fon yaratma kisir dongusunun bit STKnin kurumsallasmaya karar vermesiyle birlikte gundeme geldigini deneyimleyip gozlemledim simdiye kadar. Oncelikle bir Sivil Toplum kavraminin ozunde nasil ortaya ciktigini da dusunmek gerek. 17. yuzyilda Fransa’da ortaya cikan ve ozunde kasaba sakini anlamina gelen “burjuva” kelimesi feodal (beylik) duzende “yasam bicimi istikrarli, borclarini odeyebilen yurttas” anlamina geliyordu temelde. Gittikce ticaret sozcuguyle birlikte anilan burjuva, ticaretin genisledigi 18. yuzyil Avrupa’sinda genis bir sinif haline geldi ve siyasal dusunceyi etkilemeye basladi. Ozellikle 18. yuzyilda yeni bir toplum kavrami, “sivil toplum” dile getirilip Ingilizce’ye boyle (civil society) cevrilse de Fransizca tercumesi “bourgeois” olarak kaldi (Raymond Williams’tan alintidir bu kisim).
Turkce’ye coook sonradan giren bu tanim, Avrupa’da ve Turkiye’de orta sinifi animsatir. Bakiniz Avrupa’da vejetaryen olup organik bir diyete sahip olma sansi yalniz yalniz bu burjuva orta sinifa aittir. Zira organik etiketleme de bu sinifin seffaflik baskilari neticesinde ortaya cikmistir. Yoksa toplumun tamami dusunuluyor olsa ve organik-vejetaryen “luks” tuketiminden kar edilmek istenmese, organik olan urunu organik diye etiketlemek yerine organik olmayani “bu urun kimyasal ilaclarla yikanmis, yesil devrimin korkunc sonucudur” diye etiketlemek ve organigi pahali satacagina organik olmayani cok ucuza satmak daha yerinde olurdu.
Bahsettigimiz “meşruiyet, şeffaflık, hesap verebilirlik” ilkeleri Avrupa Birligi Komisyonunda bile sozde benimsenmis olsa da ozde bu genis kurumsallasma, genis bir burokrasiyi beraberinde getiriyor. Bu kurumsallasmayla birlikte gelen burokratiklesme ve kadrolasma da mesruiyeti bir sekilde saglayabilse de seffaflik ve hesap verilirlik ilkeleriyle celisiyor. Iyi vatandas, orta sinif burjuvasinin merkeziyetcilik algisi degismedigi surece kurumsallasma ve beraberinde gelen burokratik kadrolasma ve ayni zamanda merkezi karar alma sureci degismeyecektir. Boyle bir durumda da kabugu kalinlasmis merkezi karar alma mekanizmasina hesap sormak veya ondan seffaflik beklemek, bu grubun disinda kalanlarin hayal kirikligina ugramasina sebep olacaktir.
Esasinda ben hep bunu enerji sistemlerine benzetirim. Mesela yenilenebilir/yesil enerjiden bahseder orta sinif, yani enerjinin kaynagindan. Ama enerji yonetiminin biciminden cok az bahseder. Yani merkeziyetci enerji sistemi ve dagitiminin enerji saglamak icin tek yol oldugunu dusundugumuz surece, ister ruzgar olsun ister hidroelektrik, bu enerjinin uretimi ve dagitimi asamalarinda hep ekonomik ve ekolojik sorunlar ortaya cikacaktir. Nedense, yerel (adem-i merkeziyetci) kucuk capli enerji uretimi alternatifine pek bir kimse bakmaz. Neden? Vergiyle birlikte gelen merkezi duzene baglilik aliskanligi ve beraberinde omur boyu “guvence” arzusu olmasin sakIn…..