Antichrist
Sevgili Prenses,
Bir süre evvel bana Lars von Trier’nin Antichrist isimli yapıtı hakkında ne düşündüğümü sormuştun. İzlememiş olduğum için yanıt verememiştim. Sonunda izledim ve hemen sana bir mektup atayım dedim. Eğer sen hala izlemediysen burada dur, mektubu katlayıp bir kenara koy. İzledikten sonra okursun (zira mektubum baştan aşağı spoiler dolu).
***
Uzun zamandır bir sinema eseri ile bu kadar yüz göz olmamıştım. Şu an itibarı ile Antichrist’a neresinden girip neresinden çıkacağımı da tam olarak bilemiyorum aslında. Fakat dört başı mamur bir eleştiri yazısı beklemediğini bildiğim için pat diye girip pat diye çıkacağım sanırım.
Öncelikle şunu netleştirmek isterim: Antichrist, epey dertli olduğu aşikar olan bir dahinin elinden çıkmış ‘korkunç bir film’ (ucuz hikayeleri insanlar ağızları açık izleyebilsinler diye teknoloji ile süsledikten sonra sürümden kazanan iş adamlarının oynayıp yönettiği filmlere de korkunç dediğimizi biliyorum, ama Antichrist iyi anlamda ‘korkunç’ bir film; depresyonda olmayan her aklı başında yetişkin gönül rahatlığı ile izleyebilir bence).
Film, yüzeyde, küçük çocuklarını yitiren evli bir çiftin acısı etrafında dönüyor. Yaklaşık olarak da şöyle bir konusu var: bir gün kadın ve erkek sevişirken çocukları camdan düşüp ölür, kadın çocuğun ölümü ardından depresyona girer, erkek kadına çeşitli yollarla destek olmaya çalışır, kadının girdiği depresyon şiddetlenir, erkeğin kadına yardım etmekteki çaresizliği, kadının kendi inançlarının içinde kaybolarak hem kendisine hem de erkeğe karşı şiddet uygulamaya başlaması ile doruk noktasına ulaşır, erkek filmin bağlamı içerisinde makul olduğu iddia edilebilecek bir motivasyon ile kadını öldürür, cesedini yakar ve olay mahallini terk eder.
Trier’nin neredeyse her karesi sembollerle dolu kurgusunu büyük bir huzursuzluk ve aynı zamanda büyük bir keyif ile izlediğimi söylemeliyim. Her referansı tam olarak anlayamadığımın izlerken de farkındaydım, fakat film bittiğinde filmden bana kalan, yukarıdaki özet hikayeden ziyade çok zeki ve çok üzgün bir adamın insan doğası ile ilgili dile getirdiği sitemine tanıklık etmiş olmanın verdiği yorgunluk ve empati idi.
Açıkçası bazı feminist toplulukların ve beyaz yakalı film eleştirmenlerinin Lars von Trier’yi bu film yüzünden kadın düşmanlığı (misogyny) ile suçladığını, filmi saçma ve rezil bulduklarını, hatta hiç olmaması gereken bir yapıt olduğunu söylediklerini öğrendiğimde pek şaşırmadım. Çünkü aynen gördüğümüz her sakallıyı dedemiz sanmamızın çok kolay olması gibi, bu filmi sırf içinde kadın ve şiddet var diye “kadına yönelik şiddeti aklayan bir bakış açısı” olarak değerlendirmek de çok kolay idi. Öte yandan filmi izlerken benim edindiğim izlenim, Trier’nin bu filmde dile getirdiği sitemin göründüğünden daha derin olduğu yönünde idi. Yanılıyor olabilirim, fakat içinde konuşan bir tilkinin olduğu bir filmde gördüğü her şeyi sözlük anlamı ile okuyan birisinin benden daha çok yanılıyor olması da epey muhtemel. Bence Trier’nin kadın karakterine bakıp Trier’yi kadın düşmanlığı ile suçlamak, Potemkin Zırhlısı’nda pencereden kaçmak için piyanoya basan adama bakıp Sergei Eisenstein’ın müzik düşmanı olduğu sonucuna varmak gibi bir şey. Bununla beraber film üzerine yazılmış eleştirileri, hiçbir etki altında kalmadan izleyip film hakkında ne düşündüğümü rafine etmeden önce okumuş olsaydım belki ben de öyle düşünebilirdim, bilemiyorum (zaten bu yüzden henüz filmi izlemediysen mektubu okuma istedim (neyse)).
Her ne kadar filmde Trier’nin yerden yere vurduğu uçlardan birisini temsil eden, ve zaman zaman ‘insan insanı’ndan daha çok ‘pozitivist bir bilim insanı’ olan ruhsuz bir şahsiyet olsam da, iş sinemaya gelince epey dikkatli bir izleyiciyimdir. Fakat bu filme normalden biraz daha fazla dikkat emtem gerektiğine daha filmin başındaki cenaze sahnesini izlerken ikna oldum. İnsanların yürüyüşünü cenaze arabasından izlerken kadının kendinden geçip düştüğü sahnede, erkeğin ve kadınınki dışında kalan tüm yüzlerinin flu olması gözden kaçabilecek bir detay olmasına rağmen katiyen bir raslantı değildi. Trier ne düşündü bilemiyorum elbet, fakat ben o ipucundan, içindeki hiçbir şeyin geçiştirilmediği bir film izliyor olduğumu ve Trier’nin, tüm hikayesini onun istediği gibi anlamam için elinden geleni ardına koymayacağını hissettim. Nitekim öyle de oldu. Film tüm hikayesini sadece bir erkek ve bir kadının muazzam bir sinematografi ile görüntülenmiş son derece yalın bir setteki performansı ile, ve izleyiciye -düşünmek için- geniş fakat spesifik alanlar bırakarak anlattı.
Benim için filmin konusu her şeyin mantık ile çözülebileceğini öne süren ve insana en doğrusunu kendisinin bildiğini düşündüren kibirli doğası ile, mantığa zerre ihtimam göstermeyen ve insanı inançların hakimiyeti altında ezilmeye terk eden cahil doğasını arasındaki çekişme üzerine idi. Filmin sonu da son derece ümitsiz bir şekilde “şiddetin” insan olma deneyiminin bu iki ucunun da ortak silahı olduğunu söylüyordu. Ne kadar yazıktır bunu görebilmiş olana…
***
Hepsini tek tek inceleyip birbirine bağlamaya çalışmayı hem gereksiz hem de kendi adıma imkansız buluyorum. Fakat film boyunca karşıma çıkan sayısız sembol ve gönderme içinden benim filme dair hissettiklerimi şekillendiren birkaç tanesine takip eden paragraflarda değineceğim.
Sembol ve göndermelerin benim için en önemlisi -ve belki de en aşikar olanı- “Eden” idi. Film içerisinde Eden, erkeğin kadını -güya- korkuları ile yüzleştirmek yoluyla tedavi etmek için gitmeye ikna ettiği ormanın adı. Eden, aynı zamanda, Tevrat içerisinde geçen ve Adem ile Havva’nın yaşadığına inanılan dünyadaki cennet bahçesinin de adı. Film boyunca ismi hiç anılmamış anonim bir erkek ve anonim bir kadının insan olmak deneyiminin sıkınıtısı ile yüzleştikleri yerin adının Eden olması, filmdeki birçok referansın nereden geliyor olabileceğine dair spekülasyon yapmayı kolaylaştırıyor elbet. Fakat Eden’a gidiş benim için bu gün gözlemlediğimiz insan davranışlarına şekil veren çeşitliliğin temelinde yatan mantık ve inanç tevettürün yol ayrımına yapılan yolculuğu temsil ediyordu.
Eden’ın girişinde kadının geçmekte tereddüt ettiği köprü de benim için önemli idi. Zira daha sonra dönüp düşününce bu köprünün filmdeki soyutlamanın benim için tam anlamıyla başladığı yeri temsil ettiğini fark ettim. Köprüden geçip bahçeye girdiklerinde konvansiyonel kadın/erkek rollerini anlatan çizgiler benim analojim içinde tamamen silikleşiyorlardı ve ‘küçük çocuklarını yitiren evli bir çiftin acısı‘ etrafında dönüyormuş gibi başlamış olan Trier kurgusu, buradan sonra bana ‘gerçekleşmesine gözyumduğu felaketlere tanıklık etmiş olan insanoğlunun iyileştirilemez hastalığının hikayesi‘ni anlatıyordu.
Trier’nin “Eden” ve köprü göndermelerinin yanında benim için önemli olan bir de tilki vardı. Hani şu konuşan tilki… Filmi izledikten sonra başkaları ne demiş diye araştırırken filmin Cannes Film Festivali’ndeki ilk gösterimi esnasında, kendisini Trier’nin filmini sevmemeye şartlamış kitlenin bu sahne ile zorlama gülüşmeler eşliğinde dalga geçtiklerini öğrenince zibidi sanat eleştirmenlerini neden sevmediğimi ve düşüncelerini neden hiç umursamadığımı bir kez daha anımsadım. Organize olup sanat eleştirmek nasıl bir kafadır zaten? Cannes Film Festivali Jürisi ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında hiçbir fark görmüyorum teoride, fakat buna hiç girmeyeyim. Sanatı yapacak, denize atacaksın. Ödül nedir, salak (adam ağzını bozdu, kaçalım arkadaşlar). Neyse Prensesçiğim. Tilkiye dönüyorum.
Adamın tilki ile karşılaşması… Gel de o rüzgarı görüp Tarkovsky’yi hatırlama..
Birçok mitolojik anlatıda zekayı ve bilgeliği temsil eden tilkinin son derece yılgın bir halde “hakimiyet kaosun” deyişi, insanın doğasındaki iyiliği ve kötülüğü görmezden gelerek ‘insana dair her durumun‘ mantık ile çözümlenebileceği ve tamir edilebileceği inancı ile hareket eden kibirli pozitivist anlayışa okkalı bir tokat aşketmekle kalmıyor, aynı zamanda kurgunun kalanında detaylarına tanıklık edeceğim retoriğin temelini güçlendiriyordu benim için (bilge olan mevzuyu çözmüştü; “hakimiyet aklın” değildi, “hakimiyet inancın” da değildi, “hakimiyet kaosun” idi (hakimiyetin böylesine lanet olsundu)). Tilkinin iç parçalayıcı serzenişi ile -üzerine afiyet- benim içimde de bir karmaşa hasıl olmuş; benim için zaten epey silikleşmiş olan ‘kadın‘ ve ‘erkek‘ rolleri iyice gitmiş, onlardan boşalan yeri ise iyice ‘insan‘ ve ‘insan‘ doldurmuştu. Filmin kalanını işte bu kabuler ile izledim.
***
Erkeğin film içerisinde uğradığı cinsel istismar, fiziksel şiddet, maruz kaldığı işkence, içine düştüğü çaresizlik ve tutsaklık hali, denese de kaçamayışı ve güç sahibinin -dolayısıyla otoritenin- ‘inancı‘ doğrultusunda hakkında verilen ölüm kararı ilk bakışta tarih boyunca kadınların maruz kaldığı talihsizlikleri anlatıyor gibi görünüyor. Fakat daha geniş ve daha yalın bir bakış açısı ile aslında bu talihsizlikler insanın farklı olanla ilişkisini tanımlıyor bence. Bu hikaye içerisinde cinsiyetlere gereğinden fazla takılmak, filmde hepimizin farklı bağlamlarda gerçekleştiğine şahit olunan korkunçluklara maruz bırakılanların sadece kadınlar olmadığı, bunun genel bir insan eğilimi olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesine sebep olabilecek bir acelecilik.
Nitekim evvelki paragrafın başında listelediğim metotlar insanın istila ettiği hemen her coğrafyada değişik bağlamlarda ve farklı seviyelerde sürekli karşmıza çıkıyorlar. 12 Eylül askeri darbesinin ardından Türkiye’nin politik gençlerinden İkinci Dünya Savaşı’nda Çingenelere, Rwanda’daki Tutsi’lerden Ebu Garib hapishanesine, Anadolu’daki Ermenilerden Sırplar işgalindeki Bosna’ya, Afrika’daki albinolardan Amerika’ya getirilen siyahlara kadar insanlık tarihi, insanın insanın çanına ot tıkayışının kayıtları ile dolu. Bu olayların her birini kendi dinamikleri içerisinde değerlendirip bu yaşananların verilen konjonktür de hesaba katıldığında neden normal olduğunu açıklayabilecek mantıklıların da, bu hadiselere taraf olup neden kendilerinin haklı olduğunu iddia edebilecek delilerin de yanıtlayamayacağı tek şey, insanın olduğu her yerde şiddetin neden farklı seviyelerde sürekli tekrar ediyor olduğu sorusudur muhtemelen. trusted replica watch sites
Güzel yazı, elinize sağlık