Film yıldızı, müzisyen ve 7.Dan Steven Seagal
Sevgili prenses,
Bak sana bu sefer hayatımın dönüm noktalarından birine imzasını atmış bir mevzuyu anlatayım. 1999 yılı ve 19 yaşımdayken başlar her şey…
Hacettepe Üniversitesi kantin muhabbetlerinde bir arkadaşım bana aralıklarla Aikido hakkında bir şeyler anlatırdı. Kıyafetler, selamlar, kılıçlar, hocanın tecrübeli öğrencileri yerden yere vurma hikayeleri. Ama ne yalan söyleyeyim beni pek cezbetmiyordu. Asıl ilginç olansa bu hikayelere sadece pasif dinleyici olarak kalırken, eve gidip Steven Seagal filmleri izlememdi. Cahillik parayla değil ya canım. Bir diğer vurdu kırdı meraklısı arkadaşımla oturup Seagal filmleri izlerken bilmiş sohbetler ederdik. “Bu adam farklı sanki. Dövüşüyormuş gibi görünmüyor, hep sakin duruyor. Garip ya da abartı duruşları pozları yok. Aslında sıradan ifadesi ve duruşu, beş kişiyi pataklarken de aynı kalıyor. Ufak tefek hareketler yapıyor ama sonuçları ağır oluyor. Hımm yok yok karate, kung-fu değil, kesin başka birşey yapıyor bu adam. Ama ne acaba? Kursu falan olsa kesin gideriz. Ama yoktur abi, çok acayip birşey bu.”
Bir taraftan Aikido sohbetleri, bir tarafta Seagal seyirleri devam etti bir süre. Tabii doğru yolu bulmak fazla uzun sürmedi. Okuldaki arkadaşım mı Seagal dedi, yoksa Seagal mi Aikido dedi hatırlamıyorum ama sonunda ışık yandı. Evreka! Seagal aikido yapıyormuş. Aikido, okul, kantin, klüp -evet okulda aikido klübü var. Derken nihayet 2000 senesinde dojoya adımımı attım. İlk dersi izledim, ikincisine giderken dogimi alıp gitmiştim. Acele ettiğimi söylediler, belki sevmez bırakırmışım o yüzden dogi almama gerek yokmuş. Ama bırakmadım. 10 seneden biraz fazla zaman geçti ve ben şimdi bunları yazıyorum ve hergün antremana devam ediyorum. Selam olsun o arkadaşlara…
Bunları düşünürken, tüm bu Aikido macerasının başlangıç noktasından hiç bahsetmediğimi, hatta biraz hakkını yediğimi düşündüm. Hollywood falan ama Aikido fikrini aklıma ilk eken Seagal filmleri olmuştu. Yiğidi öldür hakkını yeme.
10 Nisan 1951’de Amerika’nın Michigan Eyaleti’nin güzide şehri Lansing’de tıbbi teknisyen bir anne ile matematik öğretmeni bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş Steven Seagal. Beş yaşında ailesiyle birlikte California’da Fullerton’a taşınmış ve daha 7 yaşındayken vurdu kırdı işlerine merak salıp, evlerinin yakınındaki Garden Grove’da karate dersleri almaya başlamış. Aynı dönemlerde, 12 yaşında da ilk gitarını alarak blues çalmaya başlamış. Karate ve blues gitar entresan bir ikili olsa da, çocukluk yıllarına bu ikisi hakim olmuş.
1970’li yılların başında, daha heyacanlı bir gençken, Japonya’ya gitmiş ve orada bir yandan Zen Budizmi öğrenirken, bir yandan da savaş sanatları çalışmaya devam etmiş ve Japonya’da ingilizce dersleri vermiş. Sonra fazla zaman kaybetmeden kendi doğru yolu bulmuş ve Aikido’da karar vermiş. Harry Ishisaka ile çalışmış ve 1. Dan seviyesini, O’Sensei Morihei Ueshiba’nın öğrencisi Koichi Tohei Shihan gözetiminde almış. Daha sonra Aikido’ya Seiseki Abe, Koichi Tohei, Kisaburo Osawa, Hiroshi Isoyama ve Doshu Kisshomaru Ueshiba ile çalışarak devam etmiş.
Gel gelelim kaptan gideceği limanı bilirse rüzgarlar yolu açarmış. 1975’de bir Aikido semineri sırasında tanıştığı Miyako Fujitani ile evlenmiş. Şu işe bakın ki Miyako Japonya’da okulu olan bir ailenin kızıymış. İlerki yıllarda Seagal kayınpederinin ölümünden sonra Honbu Dojo Aikikai’ye bağlı olan TenShin Dojo’nun başına geçmiş. Böylelikle Steven Seagal Japonya’da dojo yöneten ilk batılı olmuş ve kendisine Aikido dünyası tarafından “Bolluk ve Mutluluğa giden yol” anlamına gelen “Shigemichi Take” adı verilmiş ki kendisi öğrencileri tarafından Take Sensei olarak bilinirmiş. Sonraki yıllarda Seagal dojoyu eşine bırakarak 1983’de öğrencisi Haruo Matsuoka ile Amerikaya geri dönmüş ve birlikte California’da bir dojo açmışlar. Matsuoka, Seagal videolarında izlediğiniz yanında ufak tefek kalan ve yerden yere vurduğu ukesi oluyor.
Seagal daha sonraları dojonun sorumluluğunu Matsuoka Sensei’ye bırakmış. Kendisi dersleri vermeye devam ederken bir taraftan da Hollywood filmelerinde dövüş sanahneleri çekimlerinde koordinatör olarak çalışmaya başlamış. Polislere eğitimler vermiş. Aynı zamanlarda bir yandan da ünlü kişilere bodyguardlık yapmaya başlayan Steven Seagal’in müşterileri arasında gelecekte eşi olacak top model ve aktrist Kelly Le Brock ile Hollywood’un ünlü oyuncu menajerlerinden biri olan Michael Ovitz gibi isimler de varmış. İşte bu Ovitz abi sayesinde 1987’de Nico adında bir dedektifi oynadığı “Above the Law” ile Hollywood’a adımını atmış. Büyük çıkışı ise 1992’de “Kuşatma Altında” ile olmuş. Ondan sonra yönetmenlik de yapmış. Ee sonrası da bildiğiniz gibi, ifadesiz suratı, duruşu, bakışı farklı gelmiş olacak ki almış yürümüş sinemada.
Hikaye burada bitmiyor tabi. Seagal tüm bunların yanı sıra bir de aktivist olmuş. Hayvan hakları (PETA) için çalışmış uzun süre. 1999’da insanlık ödülü almış PETA’dan, 2002’de Tayland’da AIDS’li çocuklar için çalışan bir organizasyondaymış ve aynı dönemde hükümete yavru fillerin hakları üzerine mektuplar da yazmış. Hatta bazı filmlerini, şirketleri değişim için utandırmak amacıyla çekmiş. Gerçi sanırım Hollywood buna pek imkan vermemiş. Çünkü bir filminin sonunda kutsal topraklara kurulmaya çalışılan petrol istasyonunu toptan havaya uçuruyordu. Güzel ekşın, ama pek de çevreci bir çözüm değil.
Seagal’e bunlar da yetmemiş, 12 yaşında aldığı gitarla blues çalmaya hep devam etmiş. Tüm yaptığı bu işler sırasında bir taraftan da müzikle profesyonel olarak uğraşıyormuş meğer. Sürekli besteler yapıyormuş. Sonunda “Songs from The Crystal Cave“, adıyla 2004’de ilk albümünü çıkarmış. 2006’da çıkardığı Mojo Priest albümü ise yılın en iyi blues albümleri arasında anılmış. Müziğin herkesin anlayabildiği kutsal bir şey olduğunu söylüyor.
Şöyle bir baktığımda Steven Seagal onu yapmış, bunu yapmışların sonu gelmiyor. Bu kadarını yazdım ve hala tamam canım bu da dursun kenarda dediğim detaylar var. Anlaşılan o ki Seagal Sensei zamanını hiç boşa geçirmemiş. Aikido yaşamında 7.Dan seviyesine kadar yükselirken önce film yıldızı olmuş sonra eline alıp gitarı sahnelere çıkmış. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ama Seagal hep bir amaca hizmet ettiğini düşünüyormuş bunları yaparken. O’na göre, yapmakta olduğu bunca şeyin kaynağında gençlik yıllarında öğrenmeye başladığı budist öğreti varmış. 15 yıldan uzun süre yaşadığı Japonya’da öğrendiği ruhsal öğretiler yaşamında büyük rol oynamış. Bir budist, zen hocası ve şifacı olarak Seagal, fiziksel gelişimin, ruhsal varlığını korumaya bağlı olduğuna ve hayatta yaptığı herşeyin, insanların uyanışa ve aydınlanmaya yönlenmesine yardımcı olmak olduğuna inanıyor. Onun için 7. Dan bir Aikido üstadı, müzisyen ya da film yıldızı olmak bu amaca, yani insanlığın aydınlanmasına hizmet ediyor.
*Bu yazı daha önce kardeş blog Fudoshin Ankara’da yayınlanmıştır.
valla şahaneymiş, steven abi’nin blues’la ilgilendiğini bilmiyodum. kurcalıycam hemen.
‘…insanların uyanışa ve aydınlanmaya yönlenmesine yardımcı olmak’ demek ne demektir?
İşte prensese mektup yazmak gibi birşey olsa gerek deniz 🙂
Sordun soruyu aldın boruyu deniz. Ben böyle yaşam kullanma kılavuzu tadındaki yazıları seviyorum. Benim uyanışım bu aralar saat 12den önce olmasa da 🙂
Sevgili Ou-san ne demek istediğini anlıyorum ve bu ‘aydınlanma’nın ne işe yaradığını sorgulamak istiyorum. Emeğine ve gelmiş olduğun noktaya saygım büyük. Senin gibi herkes kendi aydınlanmasını bir şekilde kendi içinde, farklı formlarda yaşıyor. Benim aydınlanmam da şiddetin her türlü formunu reddetmek şeklinde oldu diyebilirim. Buna rağmen bir zamanlar Seagal filmlerini seyretmekten çokta keyif alıyordum ama bu bir tür görsel bri seyirdi benim için. Geldiğim noktada Seagal’e ve sana eleştrim şiddetin yüceltildiği hollywood filmleri, polislere verilen eğitimler ve bunun paralelinde ortaya çıkan davranışların ‘eğitim’siz insanlar üzerinde sadece sorunların şiddetle çözüleceği anlamını çıkarıyor olması. Aikido ya da başka bir savaş sanatının belli bir derinliğine inmeden, sadece TVde ya da komşu da gördüğünüz içgüdü ile sokağa çıktığımızda gereksiz bir kavga makinası oluyoruz. Gereksiz br şiddet kültürü yaşıyoruz.
Görece olarak şiddetin sorumlusu tek başına Aikido ya da benzerleri olamaz tabii. Sadece şiddeti sunuluş şeklinden dolayı belli bir forma sokması, bunu şiddetin bir parçası yapıyor.
Sonuç olarak kendi başına ‘aydınlan’mış birinin, toplumun v.s ‘aydınlanma’nın sonuçlarını yaşamasının kimseye bir faydası olduğunu düşünmüyorum.
@tuna genel olarak birşey söylemek durumunda değilsin -)) bazen sessizlikde iyi olabilir.
Aikidoyu ve herkes için ayrı anlam taşıyan aydınlanmayı eğer Segal Filmlerinden öğreneceksek zaten ayvayı yemişiz. Bu filmleri hiç izlemediğimizi, bilmediğimizi varsaysak yine dalmıyor muyuz insanlara, ya da şiddete başvurmuyor muyuz? Bizim toplumun hepsi bir savaş sanatını biliyor o zaman ve özümsemeden çıkıyor sokağa trafikte, bankada sırada, orada burada dalıyorlar birbirlerine (hani kavgacı milletiz ya). Yani kimse bana sunuş şeklinden dolayı segal, vs’lerin filmlerini izledikten sonra sokakta insanların kavga makinası falan olacağını anlatmasın. Sistem zaten ezmeye ve ezilmeye açık, içinde olduğumuz için ona göre davranıyoruz. Bakın serseri toplumlara (Brezilya, Meksika, ABD, İtalya, Türkiye vs) bir de bakın gelişmiş toplumlara (Norveç, İsveç vs) niye şiddet yok bu gelişmişlerde. Yapısı gereği zaten toplum yaşantısı seni kavgaya itiyor.
Bence sorun şu:
1 – Aydınlanma ihtiyacı duyuyor muyuz? Benim aydınlama ile ilgili hiçbir takıntım yok çünkü hadi itiraf edelim hepimiz aslında babayiğitler gibi çıkıp kavga edebilecek şiddet uygulayabilecek kişiler değiliz, konuşuyoruz sadece. Yani “kavga etmekten yana değilim” gibi yüce bir düşüncede olduğumuzdan değil basbayağı korktuğumuzdan. Kendi kapasiteme göre çoğu insana çaksam kalkamaz biliyorum ama yok işte şiddete zaten aikido hayatımızda olmasa bile meğilli değiliz ki. Haaa işte şimdi ikinci soru da şöyle olmalı (yani herkes aydınlanmayı kavgadan uzak kalma olarak algılıyor ya)
2 – Aydınlanmadan anladığımız nedir? Belki de kardeşim daha çok ileri gitmeliyiz daha çok tehditkar olmalıyız, tadında olacak şekilde biraz daha saldırgan olmalıyız. Yani temcit plavı gibi söylenip duruluyor ortalıkta, nedir ya bu Aydınlanma? Ben şahsen hiç BİLMİYORUM. belki de bilmemize bile gerek yok, niye takılıyoruz ki. Belki de insanların tanımlarından arınıp kendi kendimize bir tanım yaratmalıyız.
Velhasılıkelam millet samuray değiliz, bir kabileyi koruyacak falan hiç değiliz. Şu saçma beton dünyanın ortasında hepimizin gideceği son noktaya kadar hayatımıza değer katmaya, yaşamaya çalışıyoruz. Kimi resim yapar, kimi evde oturur, kimi gezer tozar, kimi kitap yazar, kimi yelkenliye biner, kimi dünyadan habersizdir vb. ama sonunda ölür. İşte o noktaya kadar bizler Aikidoyu bir araç olarak kullanarak belki de aydınlandığımızı zannederek yaşayıp gidiyoruz. Ama BİRŞEYLERLE ve kendimizi tanımayla uğraşarak.
Bu işe baş koyduysak ister Aikido olsun ister balık tutma, hepimizi bir bütün haline getiriyorsa işte gereken de budur, belki de buna bile buna bile gerek yoktur, saçmalayıp duruyoruz belki de. Ha bir bütün haline getiremiyor mu bizi eee kime ne, niye ben tasasını yaşamak zorundayım, ben kendimle ve çevremdeki yakınlarımla kimseyi de ilgilendirmeden mutlu mesut yaşarım.
Bizim milletin tipik bir sorunu var, inanmadığımız şeylere takılmak ve eleştirmek ve doğru yol (her ne ise o yokya öyle birşey) neyse onu empoze etmek. Yani başkalarının ne hata yapıp neyi yanlış düşündüğü üzerinden yaşamak. Ben inandığım mutlu olduğum şeylerle dolu bir hayat istiyorum, kimse de inanmak ya da inanmamak zorunda değil.
Ne çok takılıyoruz bu ne o ne şu ne, niye böyle niye şöyle. Hayatın farkına vardığımız anlar hep öyle ya da böyle tokat yediğimiz anlardır. Bir yakınımız öldüğünde, kötü not aldığımızda, parasız kaldığımızda, gerçekten tokat yediğimizde, patrondan fırça yediğimizde, eşimizi sevgilimizi üzdüğümüzde. Belki de Aikido bu işe yarıyor bende, daha fazla FARKINDA OLMA.
üff uzadı, tamam bitirdim Sensei
Aydınlakmaktan bahsederken hırs ve egolarınıza baktınız mı ? Burada çıkan hiçbir yazının altında böylesi bir diyalog görmedim.
dan seviyesi atlama da etken nedir ? ne olur da “sen 1.dan dan 2. dan a geçtin artık” denilir. 10. dan mükemmeliyetin ulaşılmazlığına bir atıf mıdır da verilmez ?
olay biraz “amaç mı, araç mı” kısmında bitiyor sanırım. hepimizin içinde varolan şiddetten kendini korumak için mi yapıyorsun, kendini sokakta güvende hissetmek için mi, ya da “asabi adamım ben, içince de sapıtırım, bi kavga falan görürsem sokakta geri kalmayayim.” diye mi, hobi mi, yoksa sınırlarını görmek için mi….
ben aikido ya da o tarz savaş sanatlarının insanın vücuduyla iletişim kurmasına sebep olmaları açısından iyi şeyler olduklarını düşünüyorum. capoeira yaparsın, dans edersin, kung-fu öğrenirsin, pilates yaparsın vesaire, her neyse o araç; insanın içindeki chi gücü denilen gücü bir yöntemle keşfediyor, kurcalıyor olması hoşuma gidiyor.
Neler olmuş burada ? Hemen spekülasyonlara cevap veriyorum.
Öncelikle şu aydınlanma mevzusunu bi kenara koyalım. Konu başlığımız o değil. Herkesin aydınlanması kendine diyorum ve işin içinden çıkıyorum. Seagal abimizde bir budist olarak inandığı yolda çabalıyor. Hastasıyım bu anlamda.
Neyse, gelelim şiddet ve savaş sanatları konusuna. Denizin eleştirilerine çoğu noktada katılıyorum. Malesef vurdı kırdı filmlerinin, insanları anlamsız şiddete, kavgacı tavırlara sevketmekten daha fazla bir işlevi yok bencede. Keza dövüşmek, kol bükmek, başka bir deyişle kendini koruma yöntemlerini çalışmak sorun çözmek konusunda bir işe yaramıyor. Mesela bu konular konuşulurken akla ilk gelen sokakta kendini korumaktır. Siz süper tekniklerinizle sokakta size saldıran adamın ağzını burnunu kırıp eve gittiğinizde hala adamın ettiği küfürler kafanızın içinde döner durur. Gider çocuğuna bağırırsın, iş arkaşına sataşırsın. Noldu, sen şimdi savunma sanatları ve ya dövüş tekniği öğrenerek kendini mi korudun? Hayır koruyamadın, o stres, tansiyon, arbede ve şiddet, dayağı sen yememiş olsan da senin ömrünü kısalttı, şiddet hayatının bir parçası oldu. İşte deniz bu noktada harfiyen haklı. Diğer taraftan şiddetten fiziksel anlamda katiyen uzak durabiliyor olmak, insanı şiddetsiz yapmaz. Şiddet fiziksel olmanın ötesinde birçok şekilde hayatlarımızda yer alır.
Bu noktada çözüm ise “Budo”dur. Bunu açmadan önce şu hatayı bir tanımlamalıyız. Savaş sanatları kelimesi ingilizce martial arts’ın çevirisidir. Martial arts ise japonca “budo”nun çevirisi olarak kullanılmıştır. Bu yetersiz çeviriler yalnızla bir takım fiziksel teknikleri ihtiva ettiği için dövüşmek ve şiddeti araç olarak kullanmak anlamına gelirler. Diğer taraftan savaş sanatları “budo”nun dış kabuğunu oluşturur. Önce onlarla kol bükme gazına gelip başlarsın. Sonra bu yol seni “budo”ya doğru eğitir. “Budo” yu bir kelime ile çevirmek mümkün değildir. Ancak şöyle diyebiliriz, budo bir ruhsal eğitim yoludur. Budo çalışması fiziksel teknikleri ve bedeni yalnızca bir araç olarak kullanarak kişinin bilinç altına ulaşmasını, oradaki şiddetle, öfkeyle, bencillikle, korkuyla yüzleşmesini ve esasında ölüme dair korkularını bir kenara bırakabilmesini hedefler. Budo eğitiminde ilerlemiş biri, şiddeti her türlüsüne karşı, sakin ve durağandır. Hiçbir şart altında durumu kişisel algılamadan çözüm üretmenin yollarını arar. Öğrendiği tüm fiziksel savaş teknikleri özünde bir strateji öğretmiştir ve stratejiler birçok şekilde kullanılır. Örneğin bir budo ustasına karanlık bir sokakta bıçaklı üç kişi saldırsa, ustanın düşüncesi o kafası karışmış, yalnış yola girmiş 3 kişinin kendilerine zarar vermelerini engelemektir. Dikkat kendini korumak değil, onları korumaktır.
Bu anlamda budo çalışması mutlak şiddetsiz bireyler yarattığı gibi bu bireyler aynı zamanda etraflarındaki şiddeti barışa çevirebilme yeteneğinde insanlardır. Aikido ise en etkin budo çalışmalarından biridir. Aikido yaparak birine şiddet uygulayabilir hale gelmeniz için o kadar uzun süre çalışmanız gerekir ki sonunda böyle bir derdiniz kalmaz. Kurucu O’Sensei Morihei Ueshiba’nın sözleriyle “Budo’nun amacı yaşamı uzatmaktır, kısaltmak değil. Budo rakibinizi güçle devirmek ya da dünyayı silahlarla yok oluşa sürüklemek için bir araç değildir. Gerçek Budo evrenin ruhunu kabul etmek, dünya barışını korumak, doğadaki herşeyi doğru bir şekilde üretmek, yetiştirmek ve korumakdır.” Yani eğer herkesin aikido çalışmasını sağlayabilseydik, gerçekten şiddetsiz bir dünyaya doğru büüyük bir adım atmış olurduk.
@Araf benim uzun süre savaş sanatları çalışarak ulaşmaya çalıştığım noktaya, kendi yöntemleriyle ilerleyen denizle sık sık böyle tartışmalar yaptık. Ben her zaman bunların doğru yöne bakmak için verimli anlar olarak gördüm. Bence burada egosal bir durum yok.
@Daner dan seviyelerini geçerken farklı okulların farklı kriterleri vardır. Aikido’da 3.dan seviyesine kadar, belirlenen zamanları doldurunca hocalarımız/senseilerimiz tarafından teste tabii tutuluruz. 4.Dan ve üzerine yükselebilmek içinse test yoktur. Benim sensei’m beni okulun en üst hocasına yani shihan’a(7.yada 8.Dan) önerir. Shihan bir seminerde beni izler, fiziksel tekniklerden duruşuma konuşmama tavrıma kadar herşey 4.dan ve üzerine seviyeler geçebilmem için etkendir. Tam bir usta çırak ilişkisi devrededir yani. 10.Dan ise bir bakış açısı durumudur. O’Sensei’nin seviyesi dan ile anılmazdı onun öğrencileri ise 8. ve 9.Dan oldukları için 10 varmışda böyle bişeymiş gelir. Ama öyle olmayabilir de…
Umarım biraz konuyu açabilmişimdir. Bir de savaş sanatları ve savunma üzerine bir yazı yazmıştım. Ona da göz atabilinir şurdan :
http://fudoshinankara.blogspot.com/2010/06/savas-sanatlar-ve-savunma-uzerine.html