Bu bir intergalaktik direniş
Ne garip bir yıl oldu yahu! Yani iki Mayıs sonu arasında geçen bir yıldan bahsediyorum. Önce Mayıs sonunda koca bir ülkenin tarihinde hiç olmamış bir sivil itaatsizlik eylemi başlamış, bu eylem çeşitli biçimlerde tüm hızıyla 3-4 ay devam etmiş, ardından da yazın bitimiyle beraber koskocaman bir karanlığa gömülmüş gibi olmuşuz. Bu bir yıl önce başlayan o tarihi direnişi anma ile ilgili bir yazı olduğundan öyle büyük bir sivil itaatsizlik eylemi gibi sadece politik bir tanımlamayla geçiştirmeyeceğim.
Özellikle 31 Mayıs akşamı sabahlara kadar sokaklarda olan şeyleri orada olmayan kimselere heyecanla ifade etmeye çabalayan çok insan var. Ben de o insanlardan biri olarak zamanla anladım ki o gece ve onu takip eden başka geceler boyunca yaşadığımız ve şahit olduğumuz olaylar biz gezi kardeşleri arasında kalacak. Yaşamayan, orada olmayan bir insana o heyecanı geçirebilmenin bir yolu yok galiba. Bitmek bilmez gözdağlarına, tehditlere, yaralanmalara, ölümlere rağmen, üstelik korkudan uyuyamadığın halde, inatla günlerini, gecelerini küçücük bir parkta geçirmekte ısrar etmekten; parkta tüm gün süren bir gaz bombardımanından sonra sabaha karşı kafalarımıza yağan ölü kuşlara; iki hafta boyunca parktaki siviller hariç devletin hiçbir izine rastlanmayan bir parktaki insan yaşamının basit ve büyüleyici güzelliğinden; dünyanın en ünlü caddelerinden birinde kurulan yüzlerce metre uzunluğundaki iftar sofralarında ramazan pidesi paylaşan ateistlere kadar yaşadığımız herşey tüm detaylarıyla bir rüya gibi geliyor.
Dünya üzerinde “lideri olmayan” böylesi büyük ve şiddetsiz bir sivil toplum hareketi bildiğim kadarıyla ilk defa yaşanıyor. Tüm dünyada barbarlığıyla bilinen Türkler, gezegene en görkemlisinden şiddetsiz, sivil itaatsizlik dersi veriyor. Rüya gibi gerçekten. On binlerce (kimi günler yüz binlerce) insanın sadece ağaçlar ve yakılan çadırlar için, içlerindeki bir sesi dinleyerek sokağa çıktığı gerçeğini o sesi duymayan birinin anlaması çok zor. Bugünlerde o içten gelen basit sese “gezi ruhu” diyorlar. Geçtiğimiz bir yıldır çeşitli ruh çağırıcılar tarafından çağrılıp duruyor o ses. Bu arada dünya üzerinde ortaya çıkan en yeni, lidersiz, şiddetsiz kitlesel eylem hareketinin ak partili bıyıklı abilerin tersine denk gelmesi de ne büyük ironiymiş. Daha önce görülmemiş, yaşanmamış bir şey, nasıl anlasın da hemen bok atsın, karşı hareket falan planlasın, ne bileyim Muammer Güler gibi, Hüseyin Çelik gibi badem badem adamlar? O nedenle ilk günlerde fena çuvalladılar, iyi güldük, şahane eğlendik. Nasıl eğlenmeyelim, dünyanın en naif, en şapşal insanının sen olmadığını, senin aynından onbinlerce olduğunu anlamışsın. Sertliğin yüceltildiği bir ortamda duygusuzluğun yerini duygusallık ve merhamet; dediğim dedikliğin yerini empati ve anlayış almış. Geçen sene bu zamanlar tam duygu çılgınıydık. Ağlamaktan kahkahaya 10 saniyede geçiş yapıyorduk. Hem savaş travmasından paranoyak ve uykusuz, hem de manyakça bir coşkudan enerjik ve neşeliydik. Yaz sonuna doğru ise bu coşku dolu yüksek duygular yerini yavaş yavaş karamsarlığa ve karanlığa bıraktı. Yalan bir mağduriyet söyleminin arkasına sığınmış kalpsiz ve kibirli adamın sesi daha çok çıkmaya başladı, eylemleri de gittikçe sertleşti. Aylardır da o sesi dinliyor, o eylemlere şahit oluyoruz…
Ben geçen sene gezi parkında otururken bir an geldi, o an tüm park, içindeki ağaçlar ve insanlarla birlikte göğe yükselecek zannettim. Hayatımda ilk defa “kutsal” sözcüğü anlam kazandı. “Kutsal” hiç de öyle bazı tumturaklı romanlarda, din kitaplarında, parti tüzüklerinde falan yazan yalan bir laf değil, bir parkta toplanıp sohbet eden, darbuka çalan, göbek atan, uyuyan, simit falan yiyen bir grup sıradan insanmış. Bu basitliği herkesin kolayca anlamasını beklemek bir hata mı bilmiyorum. Zira herşeyin altında yıkıcı bir sebep aramalarından, bir kılıf uydurmaya çalışmalarından anlaşılıyor ki olan bitenden hiçbir şey anlamamışlar zaten. Çadırlarda uçaksavar mermisi bulduklarını falan iddia ettiler hatırlarsan. Tövbe estağfirullah…
Geçtiğimiz bir yıl boyunca ömrümde gördüğüm en ışıklı, en parlak, en kutsal şeyin uzun zamandır atıl duran, artık işe yaramayan, kemikleşmiş ve süper olumsuz birşeyi değiştirmesini bekledim. Anlıyorsun tabi, bu bahsettiğim şey bir başbakan ya da bir parti ismiyle sınırlı değil. Tarif edemediğim, kimilerinin devlet, kimilerinin illüminati, kimilerinin ikilik dediği bir kavram, durum ya da onun gibi birşeydi. Öyle olmadı. Öyle olmadığı gibi o olumsuz şey her neyse daha da sertleşti, acımasızlaştı, küstahlaştı. Sesini duyurmak için sinsi bakışlı, sevme duygusu eksik, hep bağırarak, azarlayarak konuşan mutsuz bir adamı seçti.
Ben geziden günümüze kadar geçen bir yıl boyunca bunun neden böyle olduğunu sorguladım. Nasıl oldu da binlerce insan eşsiz yükseklikte bir enerji patlamasıyla kendini sokakta buldu, o sokaklar aylarca kendini var etmek, yaratım ve mizah tarafından işgal edildi, ancak buna rağmen dönüşmesi beklenen şey sanki dönüşmedi, kabus bitmedi, katlanarak arttı.
Benim buna verecek tatmin edici bir cevabım yok. Yine de birkaç bilimsel gerçek ortalığa atabilirim. Örneğin zamanın fibonacci sarmalı (bildiğimiz salyangoz kabuğu şekli) şeklinde bir yapısı olduğunu, tarihte yaşanan her şeyin o sarmal üzerinde tekerrür ettiğini, insan bilgisi ve bilinci geliştikçe sarmal üzerinde gerçekleşen tarihsel olayların yeni bilince göre tekrar tekrar yaşandığını söyleyebilirim. Örneğin bizim durumumuzda gezi bir başlangıçsa, geziden öğrendiklerimizle (neler işe yaradı, neler yaramadı kadar basit) yeni bir gezi yaşayacağımızı, yeni gezinin karşı tarafta da bir şey değiştireceğini, bundan öğrenilenlerle yeniden bir gezi olacağını, her gezinin değişerek ve yenilenerek tekrar yaşanmaya mahkum olduğunu vs. iddia edebilirim. Bilincin gelişimi ve hareketi değiştirmesi o kadar uzun sürmüyor üstelik. Bakınız geziyle ilgili yeni bilince sahip birçok insan bugün Taksim’e gitmenin iyi bir fikir olmadığına inanıyor. Zira Taksim’de durum bir yıl öncekinden çok farklı. Son bir yıldır İstiklal’de gördüğünüz her on kişiden beşi sivil polis. On kişi bir araya gelse durduk yere gözaltına alınıyor. Bu nedenle kimi gezi eylemcileri Taksim’e gitmek yerine her yeri geziye dönüştürmenin daha iyi bir fikir olduğunu düşünüyorlar. Ben de öyle düşünüyorum. Hatta bana kalsa bugün sessiz sedasız parka gidip bir ağacın dibinde kendime ısmarladığım yıldönümü pastasını yerdim, biraz da ağlardım herhalde. Zira basit olan iyidir.
Başka bir bilimsel (ve ruhsal) gerçek de varolan her tür enerjinin (kişinin, kurumun, fikrin, duygunun, travmanın) maksimum sınırlarına ulaşmadan sonsuza kadar yok olmayacağı gerçeği. Varolan herşey dibine kadar yaşanmalıdır, zira varoluşun temeli “oluş”tur. Evren yargılamaz. Ortada her ne varsa onu dibine kadar yaşamak, deneyimlemek ister. Bu nedenle karanlık en dibine varana kadar yaşanacaktır. Karanlığa karşı tepki duyanın yapabileceği yagane şey, onu yayan kaynakla ilişkiye girmek (her söylediğini dinlemek, tartışmak, sinirlenmek, umutsuzluğa düşmek) değil, karanlıkla ilişki kurmayı reddeden bir ışık kaynağı olarak varolmayı başarabilmektir. Ki bence hepimizin son bir yılda içine düştüğü tuzak, öfke ve umutsuzluktan beslenen bir zihniyetin temsilcisine tam olarak istediğini vermek. Sanki tüm bu olanlar onunla ilgiliymiş gibi davranmak, merkezinde senin, sadece senin durduğun koskocaman bir varoluş patlamasını sinirli adamın birinin ele geçirmesine izin vermek.
Halbuki Gezi, basit bir başbakandan çok daha büyük bir kavram, duygu, duruş, oluş değil mi? Geçen sene bu zamanlar sokağa çıkma sebebimizin onunla hiç ilgisi yoktu ki. Bizimle ilgisi vardı. Şu anda memlekette olan tüm eylemlerin onun işine yarıyor olmasının tek sebebi, ona karşı yapılıyor olmasından kaynaklanıyor. Gezi harikaydı, karşısında olan kimse onunla başa çıkmayı başarmadı çünkü başbakana “karşı” değil, ağaçlar “için” sokağa çıkılmıştı.
Ben geçtiğimiz bir yıl boyunca hisettiğim kalp kırıklığıyla tüm bunları düşündüm. Umutsuzluğun asıl kaynağının umutsuzluk yayan adamları yüceltmek olduğu sonucuna vardım. O adam(lar) bu tuzağı senden benden iyi biliyor. Her fırsatta seni karşısına almak için her türlü numarayı yapıyor.
Gezi ruhu” denen ve anlata anlata bitirilemeyen şey “sensin”, yani benim. Bu basit gerçeği, yaratım ve paylaşımla birleştirince her yer gezi oluyor.
Direndikçe direnen yerlerinden öperim. Seviyorum seni…
gezi saf ve iyi düşüncelerle başladı ama malesef provakatif şekilde saptırıldı
Yok, öyle bişey olmadı…