Gerçeklik sapması

Yılbaşında Türk ailelerinin Noel ağacı süslemesi, Isa’nın doğum günü olarak kutlanması öngörülen Noel’de tüm Avrupa’nın bir hafta zil zurna sarhoş gezmesi, komplo teorilerinin gerçek olması, gerçeklerin komplo olarak algılanması, Aralık’ta Istanbul’un 20 derece olması ve Belçika’da son iki aydır durmayan kar yağışı sonrasında havanın 14 derece olması, değişen iklimin tetikleyicisi CO2 salınımından halk sorumlu tutularak “günde bir defa duş al, ayak izin küçülsün” diye duygu sömürüsü yapılması, öte yandan zenginin “ekolojik” hibrid arabasını günde 3 kere yıkaması, endüstrinin yeşil kaplamasıyla aradan sıvışması… durdurur musunuz şoför bey ışıklarda inecek var, beni biraz tuttu da bu gerçeklik sapması..

Neler oluyor Prenses? Tuhaf bir dönemden geçiyoruz gezegence. Sanki insanoğlunun algılarına çarpan o kadar çok şey var ki, insan mavi ekran veriyor. Bir yandan şanslı hissediyorum kendimi, ne yalan söyleyeyim. Hani bu çağda doğmak ve yaşamakla dananın kuyruğuna atılan çeltikleri izleme olanağı bulabiliyorum. Dünya savaşları filan gibi hayat-memak meseleleri gündelik hayatta olmadığı ve sagolsun, teknoloji, kafamı dürten her soruyla ilgili gerekli tüm bilgiyi iki saniyede önüme yığabildiği için, evet şanslıyım ve farkındayım. Ama bir de bilen kisinin sahip olduğu darlanma halı var ki esasında o da acayip. Darlanıp panik olmuyorsun sadece şaşkın şaşkın izliyorsun 21. yüzyıl mitolojisini ve nasıl hala bunun sürebildiğini. Içinde olmak istemiyorsun “lan ben mitoloji kahramanı değilim” diye, ama tamamen dışında da kalamıyorsun meraktan.

Belçika’da son 30 yılın en yoğun kar yağışı sebebiylen (ve aynı zamanda havanın 9’da aydınlanması ve 5’te kararması yüzünden de) evde epey vakit geçirdiğim bir ayda 80-90’larin bilim kurgu/aksiyon filmlerini izlemeye başladım, Prenses. Bildiğin Hollywood filmleri iste, Terminator serisi olsun, arada James Bond, Altıncı Element vesaire iste. Sen gözlerini patlatıp beni yargılamaya başlamadan önce, dur bak bir oku önce neden.

90’larda dünyayı ele geçiren robotlar konsepti bize tamamiyle kurgu gelirdi. Kahramanımızın nasıl bütün bu şeyin altından kalkacağını görmek için oturup izlerdik. “Amaan palavra iste, maksat kan gövdeyi götürsün” derdi annem, bak hatırlıyorum. Ya da favori ajanımız 007’nin Amerika’nın nükleer silahlarını çalarak dünyayı yok etmek isteyen (bu kısmını hiç bir zaman anlamadık tabi, niye dünyayı yok etmek istesin adam. Birine saldırmak istiyor diye çalıyordur. Neyse Hollywood filmine, babaannem diziye yorum yapar gibi kritik yapmamak lazım) teröristleri durdurmasını filmin konusuna önem vermeden izlerdik.

Uyan Prenses, bu filmlerde “kurgu” olanlar şu anda gerçek! Ha kesin o zaman da gerçekti, yoksa film endüstrisinin içine doğmadı heralde fikirler, kullanılan teknolojiler. Tek fark, şu anda bütün bunların gerçek olduğunu biliyoruz.

Bak seni Insansiz Hava Aracı (Unmanned Aerial Vehicle- UAV) veya “drone” olarak da bilinen uçan robot sistemiyle tanıştırayım henüz tanışmadıysan Prenses. Bu insansız hava aracı, uçak gibi söyle:

Yok film kesiti değil, Fransız BAE Systems şirketi tarafından üretilmiş ve hedefi vurmaya programlanmış bu araç şu anda "piyasa"da

Veyahut da sinek gibi böyle:

Bu da ispiyon aracı. Taksınlar kamerayı, mikrofonu bak bakalım tüm hayatın kayıtlara geçerken ruhun duyuyor mu

karşımıza çıkabiliyorlar.

Avrupa Birliği dış Politikalar Sefi Javier Solana, UAV dediğimiz bu robotların kullanım alanlarını, Avrupa silah endüstrisine katacağı değerden bahsederken söyle sıralamış: polis/paramiliter güvenlik uygulamaları, tarımsal ilaçlama, alçak yörüngeli uydular, lojistik/kurye, ticari yolcu taşımacılığı (yuuhh diyeceğim izninle, pilot yok Prenses uçakta!) ve hava fotoğrafçılığı. Bu robotlar Amerika ve Avrupa başta olmak üzere bir çok ülkede üretilip kullanılıyorlar. Misal Amerikan ordusu bu UAVleri Irak ve Afganistan’daki operasyonlarında kullandı ve halen kullanmakta (evet, pek gündemde değil ama hala Afganistan da yarım yamalak bir operasyon devam ediyor). Sonracığıma, 2006 yılında CIA, UAVleri Afganistan ve Pakistan‘daki “teror şüphelileri”ni öldürmek için kullandı. Bu operasyonlar süresince sayısız sivil bu robot uçaklar tarafından öldürüldü. Tabi bu sebepten askeri amaçlarla kullanılmalarının gerekliliği değişik ortamlarda tartışılıyor. Bu tartışmaların ve olası UAV karşıtı argümanların karşı argümanlari geliştirilmiş vaziyette, Prenses, o yüzden ciddi hukuksal yaptırımlar uygulanmadığı sürece UAV’nin savunma sistemi olarak kullanıp kullanılmamasını tartışmak çok da anlamlı gelmiyor. Uluslararası Hukuk kapsamında bu robotların savunma amaçlı kullanımı halihazırda yasal, tam olarak net dayanakları belli belirsiz olsa da.

Avrupa’da bu tip insansız uçuş araçlarını sivil hava sahasında kullanmak şimdilik yasak. Ama Israil’de değil. Avrupalı ve Amerikalı silah üreticilerinin en yağlı müşterisi Israil ordusu tahmin edersin ki Prenses (bu arada Türk ordusu da Israil’in UAV müşterisi); sebep de “sınır koruması”. Hadi buyur, gerçeklik sapması diye girmiştik ya yazıya, buradan yak bir de. Sen git Israil, “vaad edilmiş topraklar”a yerleş, yüzyıldır yaşayan bir milleti katlet (göçe zorlamak da katletmeye dahil), bir de üstüne sınır çekip “güvenliğini korumak amaçlı Amerika’dan robot satın al. Bu robotlar takip, izleme, dinleme, hedef bulma ve hedefi vurma işlevi görüyor, hatırlatırım.

Hani demiştim ya UAV’lerin savunma amaçlı kullanımını yasaklamak için ortaya atılan argümanların karşı argümanları hazırda bekliyor diye. Işte en kuvvetli karşı argüman “anayurt güvenliği”. Hatırlatırım, bu mitolojide çağ terör ve bilgi çağı Prenses. Ülkelerin savunma politikaları öyle bir paranoya üzerine kurulmuş halde ki -ortada dünya savaşları benzeri toplu tüfekli, cepheli savaşlar da olmadığı için daha bir tuhaf kaçıyor tabi- insanlar da zamanla anayurt güvenliği adına sınır komşusunun (ya da kendi topraklarında var olan özerklik isteğindeki halkların) her gün kendi ülkesinden kalkan robotlar tarafından öldürülmesini doğal karşılayarak aklını fikrini koruma eğilimli.

Türk ordusu da UAV’leri sınır güvenliği ve anti-terorizm çerçevesinde kullanmakta. 1999 yılında Israil’le yapılan bir anlaşma üzerine TSK, 100 kadar Harpy Ölümcül Insansız Hava Aracı almış. Aynı zamanda TSK, 1990 yılından beri kendi insansız hava araçlarını üretmek amaçlı AR-GE projelerini sürdürüyormuş efenim  ve sonuç olarak geçtiğimiz yıl ilk Türk yapımı insansız hava aracı, ANKA‘yı üretmiş. Ismi de Zümrüd-ü Anka kuşunu andırıyor diye ANKA. Yani memleketimiz ordusunun askerleri playstation oynar gibi ekran karşısına oturup, göbeğini kaşıyarak Güneydoğu ve Kuzey Irak’ta sürdürdüğü kürt operasyonunu, Zümrüd-ü Anka kuşuyla devam ettirecek Prenses. Ya da yersen…

Hani bilgisayarda araba yarışı veya Playstation’da herhangi bir simülasyon oyunu oynarken riskleri çok önemsemezsin. Sebep, ekran karşısında olduğunun farkındasındır. Araba yarışı oynuyorsan, arabanın içinde olmadığını ve diğer arabalara çarptığında içindekilerin ölmeyeceğini bilirsin. Esasında içindekileri fark etmezsin bile. Orada değilsindir çünkü, hayatın tehlikede filan da değildir. Işte insansız hava araçlarının en büyük açmazı da bu, hedefler ve araya kaynayan sivilleri ayırt edememe. Bu sebepten Avrupa sivil hava sahasında bu araçlar yasal değil henüz.

Bak bizim TSK’nın ANKA’sıyla ilgili bir tanıtım videosu var, fikrin nasıl pazarlandığını daha net görebilirsin:

Videoyu izlediysen hemen bütçeden bahsedeyim. ANKA’nın tasarımı ve geliştirilmesi 107 milyon dolara mal olmuş. Bütçeyi detay gibi verdim ama esasında tüm bu yüksek teknolojik savunma ve silah endüstrisinin ekonomik kalkınma hedefleriyle ülke ekonomisinden sorumlu kişilerin kalkıma hedefleri arasında bir paralellik görebilirsin belki Prenses. Yerli savunma ve güvenlik (yani askeri ve sivil) endüstrisinin ithalata gerek duymadan kendi ayakları üzerinde durabilmesi ve hatta ihraç eder konuma geçmesi ülke ekonomisiyle ilgili iyi bir şey. Yani ürünlerin nerede, nasıl kullanılacağı ekonomik kalkınma kafasını pek ırgalamıyor senin anlayacağın.

Tabi askeri tertibatıyla övünmeyi çok seven Türk milleti olarak, “Yüzde yüz yerli insansız casus uçağı”mızla acayip övünüyoruz. Neyimiz eksik?

Bu gerçeklik sapması mevzusu kafamı epey meşgul ediyor bu sıralar Prenses. Gerçek, değer, zaman ve mekan gibi kavramlar giderek yıkılarak yerini olaylara bırakıyor gibi geliyor. Rahatsız mı oldun? Ben de rahatsız oldum, o yüzden kafa yormaya başladım. Sen de rahatsız olduysan biraz daha yakından bak derim, rahatsızlık yerini sıcak bir rahatlamaya bırakacak zamanla. Hakkaten!

Yorumlar
4 Yorum to “Gerçeklik sapması”
  1. Deniz Güman says:

    Bir arkadaşım bilim-kurgu filmlerinin esasında insanları geleceğe hazırlamak için olduğunu söyler. Tam olarak öyle olmasada bazen ‘acaba mı?’ diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Yumurta tavuk misali hangisi hangisinin içinde algılamakta zorluk çekiyorum.

  2. Deniz Güman says:

    Ayrıca gerçeklik bir bilim kurgu gibi damarlarımıza işlemiş durumda. İnsanların yargısız bombalanma görüntüleri o kadar olağan ve yaşamın bir parçası haline geldi ki… Bkz: http://video.milliyet.com.tr/Mayin-doserken-fuzeye-hedef-oldular_1_47551.htm?auto=1

  3. Oğuzhan says:

    (Yazdıklarımda bütünüyle yanılıyor olabilirim, baştan söyleyeyim. Benim de kafa yorduğum bir konu ve ben bu kadar düşünebildim.)

    Aslında herkes bu durumun farkında bir noktaya kadar. İnsanların bir bölümü bunun karşısında duyarlı kalmaya çabalarken bir bölümünün zihni kendini korumaya alıyor. Bu kendini koruma da gerçeklik algısının bozulması karşısında bir de gerçeklik “saplantısı” yaratabiliyor. İnsanlar neye güvenecekleri konusunda o kadar sarsılıyorlar ki en sonunda bir tanesi onların her şeyi açıklamada anahtarları oluyor. (Neden böyle olduğu konusunda çeşitli yanıtlar var. Girersem hem pek bilmediğim sulara girmiş olacağım hem de çok uzayacak…)

    Evrim kuramıyla ilgili konuşma yapan bir evrimsel biyologa inanmak yerine lise mezunu bir şarlatana veya kilisedeki rahibe inanmak örneği, tam da bununla ilgili gibi geliyor bana. Evrim kuramına “günah” olduğu ön yargısıyla yaklaşan birisi azıcık sağduyuyla hareket ederse açar konuyla ilgili kaynakları okur. Artık Evrimi Anlamak mı olur, Neredeyse Bir Balina mı olur bilmiyorum ama konunun uzmanlarının yazdıklarını okur. Bu okumadan sonra ilk düşündüğü şey ne kadar az şey bildiğimiz olur. Bildiklerimizin bir bölümünün çok önemli olduğunu görmek daha zordur.

    Önemli bilgilerimizin olduğunu görmüş olsa bile, bundan sonra olabilecek iki şey var. Ya bu konuya yıllarını vermiş ve araştırmalar yapmış bilim insanlarına güvenir ya da güvenmez. İşte bu güvenmeme noktasında, bireylerin sarsılmış gerçeklik algılarının ok etkili olduğunu düşünüyorum.

    Dahası insanların her şeyi “kafirlerin işi”, “Türkiye üzerine kötü emelleri olan emperyalist güçlerin işi” olarak görmesi de bi yerde dönüp dolaşıp sistemin varlığını sağlamlaştırmasına yardımcı oluyor. İran üniversitelerinde sosyal bilimler araştırmalarının yasaklanmasına Obama üzülmüş müdür? Sanmıyorum.

    (Dikkat, işbu parantez sorumluluk feragatimdir! “‘Her şey kapitalistlerin işi.’ mi diyosun yani?” gibi bir soru akla gelebilir son cümlemin üzerine. Kapitalist “güçler” belki çok eskiden bu düzenden sorumlu tutulabilirdi. Ancak her şey o kadar içselleştirildi ki bir on yıl sonra 90’ların çocukları CEO’lar, holding sahipleri olduğunda hiçbirinin kapitalizm dediğimiz şeyin ne olduğundan haberi olmayacak. Birazcık bilgim ve deneyimimle, bir süredir kalabalıkların büyük bölümünün zaten bu durumda olduğunu düşünüyorum. “Olur mu len öyle şey, fena saçmalamışsın.” derseniz de cahillik dozu gittikçe artan yorumlar yapmaktan geri kalmayabilirim, ona göre. Siz yine de söyleyin tabi öyle yapmışsam.)

  4. Elif says:

    Beyin jimnastigi yapmak iyi bir sey tabi ama bahsettigin yillarini arastirmaya harcamis bilim adamlarinin yarattigi “gerceklik”e de soyle bir uzaktan bakmak gerektigine inaniyorum. Hani esasinda bilim adami, yok emperyalist kapitalistler ya da Kemalistler veya yobazlar vesaire diye dusunmekten sapitiyoruz bence insanlik olarak. Senin yazdigin Sari Yazmalilar Isyani (https://www.prensesemektuplar.com/2011/01/istanbul-icin-eylem-vakti.html) yazisinda Karadeniz’li hayatinda polise isi dusmemis teyzeler bilimsel, ideolojik veya varolussal herhangi bir bilgiye dayanmaksizin tamamen insan olma ve kendi topraginda huzurluca yasayabilme durtusuyle Istanbul’a gelip ses cikartiyorlar mesela. Bir seylerin yalan yanlis oldugu asikarsa, insanligini basucunda bulundurmak ise yariyor sanirim.

    Bakiniz bir kac absurd “nooluyo leennn?” dedirten haber. Super bir arkadasim, “insanlar bir bir deliriyor zannedersem” serisi altinda bu haberleri paylasmis:

    Mesela Igdir Emniyet Mudurlugu ilkokul cocuklari arasindan kucuk polis mubirleri gorevlendirmeye baslamis otoritenin tadini erken yasta cikarabilmek icin sanirsam. Veya yatirim mi demeli?!?
    http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1038651&Date=01.02.2011&CategoryID=77

    Ya da Arjantin’de bulasici virusu yaydigi ortaya cikan “saldirgan!?” karincanin genetigini biyolojik silahla bu turu ortadan kaldirmayi amaclayan Amerika’li bilim adamlari var mesela:
    http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1038648&Date=01.02.2011&CategoryID=81

    Bir baska “haber” de Ukrayna Devlet Baskani’nin Davos’daki dunya ekonomik forumunda, “bahar geldiginde kadinlarimiz cibil cibil geziyor, bunu gorebilmek mukemmel bir duygu”
    buyurmasi:
    http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1038643&Date=01.02.2011&CategoryID=81

    Butun bu haberleri acmak icin linke tikladiginda da ekrani Sevgililer Gunu hediye promosyonu kapliyor bu arada 🙂 Vikipedi’den gelsin o zaman…

    Sevgililer Gunu: her yılın 14 Şubat günü birçok ülkede kutlanan özel gün. Kökeni, Roma Katolik Kilisesi’nin inanışına dayanan bu gün, Valentine ismindeki bir din adamının adına ilan edilen bir bayram günü olarak ortaya çıkmıştır. Bu sebeple bazı toplumlarda “Aziz Valentin Günü” (İngilizce: St. Valentine’s Day) olarak bilinir. Valentine kelimesi, Batı medeniyetlerinde hoşlanılan kişi veya sevgili anlamlarında da kullanılır.

Yorum Bırakın