Seyredilesi Filmler
METROPOLIS
Yönetmen: Fritz Lang
Senarist: Thea von Harbou | Fritz Lang
Yapımcı: Giorgio Moroder | Erich Pommer
Müzik: Gottfried Huppertz | Abel Korzeniowski | Giorgio Moroder | Peter Osborne | Bernd Schultheis | Benjamin Speed | Wetfish
Tür: Macera | Drama | Bilim Kurgu
Lisan: Almanca
Ülke: Almanya
Süre: 153 ‘
Vizyon Tarihi: 10 Ocak 1927
Zamanın kapitalizm tanımı ile geleceğe dikiz… Yerin kat kat altında karanlık, sanayi kokan ürkünç bir yapılaşmada çalışan binlerce işçi, yerin üstünde yükselen cam kaplı gökdelenler arasına çekilmiş tren raylarını kullanan zenginler… 1927, Weimar Cumhuriyeti Almanya’sından gelecek böyle görünür. Gelecek derken hangi yıl ve hangi ülke olduğunu bilemesek de ilginç bir biçimde bugünün Tokyo’su, New York’unu andırmıyor değil.
Art-Deco akımıyla sanatta modernleşmenin Almanya’da emeklemeye başladığı yıllardan inanmakta zorluk çekilecek kadar gerçekçi bir sessiz bilim kurgu filmi Metropolis. Filmin orjinalinden bir kısım parçalar kaybolmuş olsa da 2001 yılında yeniden keşfedilmesiyle orjinaline uygun bir halde yenilenir ve hatta Unesco Dünya Hafıza Kaydı altına alınır. E haliyle…. Metropolis, 1984 ve Cesur Yeni Dünya gibi kült distopyalardan önce yazılmakla kalmayıp modernite akımının emri, sanayi devriminin kavliyle görsele dökülmüş o kadar gerçekçi bir bilim kurgu filmi ki insan 85 yıl sonra bakınca “Ulan dünya Hitler’i Mussolini’yi, ikiz kulelerin havaya uçmasını gördü ama mizansen o zamandan belliymiş” demeden edemiyor.
Filmdeki zenginleri eğlendirmeye gelen “erotik dansçı” sahnesi, aynı yıllarda Amerika ve Almanya’da ortaya çıkmaya başlayan modern dans girişimlerinin ilk video örneklerindendir. Çok da uzun olmayan dans sahnesine ve karakterin kötü kadın rolüne bakıldığında dışavurumcu modern dansın Alman annanesi Mary Wigman’in “Cadı Dansı‘ndan epey ilham alındığını görüyoruz.
Yalnızca distopya sevenleri değil aynı zamanda modernite takipçilerini de kalpten vuran bir film. Şiddetle tavsiye edilir. Trailer’i burada.
THE AMERICAN ASTRONAUT
Yönetmen: Cory McAbee
Senarist: Cory McAbee
Yapımcı: Michael Krantz, Robert Lurie, William Perkins, Joshua Taylor
Müzik: The Billy Nayer Show
Tür: Müzikal, Komedi, Bilim Kurgu
Lisan: İngilizce
Ülke: Amerika
Süre: 91 ‘
Vizyon Tarihi: 14 Ocak 2001
Müzikalli absürd bir bilim kurgu filmi izlemek ister misin Prenses? Hem de düşün ki Kim Ki-Duk’a “Gel abi, sana bi bilimkurgu filmi verelim.” demişler, böylece her bir plan muhteşem güzellikte olmuş, hem de bunu siyah-beyaz yapmışlar.
Peki bir sürü gezegen içinde tek meme görmüş adam olmak ve bunu bir ton insana anlatmak zorunda olmak nasıl bir şeydir sence?
Bu film hiç öyle tahmin ettiğin bilim kurgu yada müzikallerden değil. Müzikal de değil belki de. Cory McAbee filmi yazmış, yönetmiş, üstüne bir de başrollerden birinde oynamış. Filmin orasından burasından hiç beklenmedik anlarda müzikal tadında şarkılar çıkıyor, bir çoğu korkunç keyifli. Parçalar da aslında yine yönetmenin grubunun elinden çıkma.
Gezegenler arası kamyon şöförlüğü yapan oyuncumuzun bu “meme gören” elemanı dünyaya getirmek için çıktığı yolculuğu anlatan film Ceres diye bir uyduda başlıyor ve bu giriş sahnesi bile insana verdiği keyifle büyük hayranlığı hakediyor. Şahsen son zamanlarda izlediğim en iyi film olduğunu itiraf etmeliyim. Bu da sitesi ve trailer’ı.
KOKUHAKU (CONFESSIONS)
Yönetmen: Tetsuya Nakashima
Senarist: Kanae Minato (kitabından uyarlanma), Tetsuya Nakashima
Yapımcı: Minami Ichikawa, Yûji Ishida, Genki Kawamura
Müzik: Toyohiko Kanahashi
Tür: Drama, Gerilim
Lisan: Japonca
Ülke: Japonya
Süre: 106 ‘
Vizyon Tarihi: 5 Haziran 2010
Seneler önce, adını hatırlayamadığım, bir grup okul öğrencisinin en vahşisinden birbirini doğradığı bir Japon filmini sinemada izlediğimden beri ne zaman gerilim sınıfında bir Japon filmi izleyecek olsam kendimi uzun uzun ikna etmem gerekiyor prenses. Bir yandan merak ediyorum, bir yandan da bildiğin tırsıyorum.
Neyse ki bu Kokuhaku öyle çıkmadı. Gerilim sınıfında bir film olsa da çok daha başka bir şekilde işlenmiş konu. Hatta inanmazsın ama filmde iki yerde Radiohead bile çalıyor. (Last Flowers to Hospital) Bir Japon filminde Thom Yorke’un sesini duymak ilk başta şok etkisi yaratsa da zamanla alışılabilen bir durummuş.
Film bir okulda öğretmenin öğrencilerine o sınıf içindeki iki çocuk tarafından kendi kızının nasıl öldürüldüğünü anlatması ile açılıyor. Zaten sonra film de bu sınıftaki birkaç öğrenciyle bağlantılı bir şekilde itiraflar üzerinden gidiyor. Ve bunu da takiben öğretmenin aldığı intikamı anlatıyor. Bu kadın öğretmen büyük bir soğukkanlılıkla intikamını alırken biz de muhteşem bir görüntü yönetmenliği, müzikler ve ışıklarla başbaşa kalıyoruz. Film bildiğimiz bazı Japon filmleri gibi kan revan bir biçimde geçmiyor, dozajı çok güzel ayarlanmış. Bir yandan da zeki öğretmene hayran olmadan yapamıyoruz tüm film boyunca.
Film yavaş çekim görüntülerle dolu. Kimi zaman sıkıcı olabilse de konu bütünlüğüne desteği büyük. Kendi içinde bir tutarlılığı olduğu için de bir yerden sonra bu yavaş çekimleri bekler oluyorsunuz. Bencilliklerimizin, öğrenciler arasında son zamanlarda doğruğa çıkmış şiddet eğilimi ve hatta uygulanışları konusunda çarpıcı bir film. Trailer’ını ingilizce altyazıyla buradan izleyebilirsiniz.fairbanks clock and watch repair Replica Watch Online
Burada ufak bir not girmek istiyorum. Japonya’daki bu “çocuk hukuku” denen şey hakkında bir bilgim yok ama filmden anladığımız üzere baya ilginç bir kanun. Fikri, bilgisi olan varsa yorumlara eklerse çok sevinirim.
More at IMDbPro »
Confessions (2010)
|
LUCIFER RISING
Yönetmen: Kenneth Anger
Senarist: Kenneth Anger
Müzik: Bobby Beausoleil
Tür: Deneysel, Müzikal
Lisan: İngilizce
Ülke: ABD
Süre: 29 ‘
Vizyon Tarihi: 1972
Guy Maddin’den önce Kenneth Anger vardı. Maddin’den sonra da var ve kalplerimizde ebediyen yaşayacak ama Anger, eşcinsel özgürlük hareketine, Batı yakası okült entelijansiyasına ve sinemaya vereceğini çoktan verdi ve yeni ikona fabrikaları açacak sermayeyi tüketti.
Anger, Lumiere’ler ve Mélies gibi biraz fazla erken dönem isimleri ustası kabul etse de kendisinin daha çok Cocteau ve Vigo’nun sürrealist-sembolist (bağlam karışıklığı, terim cehaleti yok; her ikisi de, zira Anger Breton’ca değil pekala Dali’ce bir sürrealizmden ve günümüzde Matthew Barney’nin omuzladığı kadarından daha az fiyakalı ama daha damardan bir sembolizmden bahsediyoruz) sinema dilinin mirasçısı ve geliştiricisi olduğu düşünülebilir. Tam da Cocteau ve Vigo gibi her onyılda yeni “score”lar bestelenebilecek, müzikle soluyan işler kotarmıştı Anger – tabii Vigo’ya theremin ya da klavsenle eşlik edilebilirken Anger’a öksürüklü bir amplifikatör ve elektro gitar daha iyi gidecektir.
Homoerotizmi pek de evcil olmayan çehresiyle (ladyboylar değil, deri fetişisti motorcular) bayraklaştırdığı, 60’lar “New Age uyanışı”na Thelema’yı (Crowley’nin peygamberi olduğu din) enjekte ettiği en ünlü işi “Lucifer Rising”, sinema tarihinin en Rock’n Roll yapıtlarından biri kabul edilebilir. Kadrosunda Marianne Faithfull ve Mick Jagger’a yer veren ve esas “score”unu eski Manson çetesi elemanı, halen hapiste demlenen Bobby Beausoleil’in bestelediği “Lucifer Rising”, Marianne Faithful’a tekrar aşık olmak ve Rock’n Roll, tehlikeli sanatlar ve libidonun “kutsal üçlemesini” yeniden tatmak isteyenler için ufak bir bilmece.
Hazırlayanlar: Elif & Çağlar & Mutlu
Metropolis’i tam da gecen senenin sonunda seyredip hayran kalmisken bu listede yeniden karsilasmak hosuma gitti. Yalniz beni sasirtan o kadar ongorulu olmasi degildi (Sonucta 1920lerde soldan saga bakip az cok bunlari gormemek mumkun degildi), beni o kadar etkilemesinin nedeni daha cok sonraki zamanlari ne kadar net ve guclu bir sekilde etkiledigini gormekti. Bunlardan birincisine sen de deginmissin: Manhattan skyline ya da Tokyo merkez’in (hatta su aralar 4. Levent civarinin) ongorusu. How I met your mother’da hayatinin en buyuk dusu New York’a bir gokdelen eklemek olan (romantik!) Ted’in odasinda filmin posterinin asili olmasi elbette sans eseri degil.
Ikincisi, filmi yazanin Thea van Harbou olusu ilgimi cekmisti: 1920lerin Almanyasindan bir kadin sesi, hem de hayli orjinal, bir hayli kotumser bir ses… (Android Robotlar. hmmm..) Nasil oldu da bu kadin Alman Nazi Partisinin bir sesi haline geldi onbes yil icinde?!
Filmin bir diger ve en onemli etkisi ise bilim kurgu gorseli uzerindeki etkisi bana kalirsa: Edebiyatta utopyadan bilim kurguya gecis donemi yeni bitmisken (kabaca H.G. Wells’in hayati suresinde olan bir donusumdur bu), bilimkurgu bir genré olarak yeni yeni sinirlarini belirlemeye baslamis ve hatta zamanin gorsellikle ilgili takintisini farkedip sinemaya yansimaya baslamisken ortaya cikan bu filmdeki imgeler ne kadar da belirleyici olmus gelecekteki gorsel imgeler uzerinde! Star Wars’dan Star Trek’e, Battle Star Galactica’dan Doctor Who’ya kadar bugunlerde gordugumuz onlarca robot ve borg figurunun ana semasi tam da Metropolisteki cizimler ve gorseller. Yine teknoloji uzerinden belirlenmis yeni yasam stillerini kucaklayan ve diger herseyi yutup “midesine” gonderen Metropol imegeleminin bugunun metropolleri uzerindeki etkisini farketmemek mumkun degil. (Ozellikle de yerel, karisik, standart olmayan herseyin uzerinden buldozerle gecip onu kendi estetik tanimina uymaya ya da yok olmaya mecbur birakan sehir planlamasi uzerindeki etkisi oldukca belirgin.) Bu tema da Stargate ve tabii bilimum Star Trek ve Doctor Who dizilerinde kurtulus ve ozgurles(tir)me maceralari olarak sik sik kullanilmisti, hatirlarsaniz.
Sonucta, bilim kurgu sevenler ozellikle seyretsin, paylassin derim ben.
Valla Aysem, esasinda ben de gercekci derken, o zamandan bu zamanin ongoruldugunu dusunmustum ama dedigin gibi su anda varolan duzen o zamanin hayalgucunden etkilenerek bu hale gelmis de olabilir. Deniz gerceklik sapmasi yazisina bilim kurgu filmleriyle ilgili bir yorum yapmisti, surda: https://www.prensesemektuplar.com/2011/01/gerceklik-sapmasi.html#comments . Hani yumurta-tavuk hikayesi biraz.
Sadece benim takildigim bir yer var. 21. yuzyilda cikan bilim-kurgu filmlerine baktigimizda yaraticilik ve gorsel ongorunun Metropolis’tekinin cok cok da onunde olmadigini soylemek yalan olmaz. Taa 2. Dunya savasindan once 80 yil sonrasinin gorsel ongorusu karsimiza epey abartisiz bir bicimde cikarken, 2011 yilinda bundan 80 yil sonrasini hayal etmekte epey gucluk cekiyoruz…Cok acayip!